Arşiv

  • Nisan 2024 (12)
  • Mart 2024 (19)
  • Şubat 2024 (19)
  • Ocak 2024 (18)
  • Aralık 2023 (17)
  • Kasım 2023 (14)
  • Ekim 2023 (15)
  • Eylül 2023 (12)
  • Ağustos 2023 (21)
  • Temmuz 2023 (18)
  • Haziran 2023 (13)
  • Mayıs 2023 (9)

    Türkiye’nin Küresel Krize Tepkisi ve İktisadi Büyüme Sorunu

    Hasan Ersel, Dr.01 Ocak 2012 - Okunma Sayısı: 1910

    1950 yılı Türkiye için iki ayrı boyutta başlangıç noktası olarak düşünülebilir. Bunlardan ilki demokratikleşme sürecinin başlaması, ikincisi ise küresel ekonomiyle bütünleşme arayışlarının ortaya çıkmasıdır. Her iki boyutta da Türkiye bir miktar yol almış, ama aradan yıl geçmesine rağmen bugün ne demokratik ne de küresel ekonomiyle başarılı bir biçimde bütünleşmiş ekonomi sıfatlarını kazanamamıştır. Bu yazının temel amacı, Türkiye’nin bu iki boyuttaki eksikliklerinin ülkenin 2001 sonrasındaki siyasal iktisadı açısından ne anlama geldiğini bir kavramsal çerçeve içinde ele almaktır. Bir ikincil amaç da, bu çerçeveden yararlanarak Türkiye’nin 2008 krizine tepkisini açıklamaya çalışmaktır.

     

    1. Bir Başlangıç Yılı: “1950”

     

    1950 yılını, biraz keyfilik taşıdığını baştan kabul ederek, konumuz açısından önemli iki tarihsel eğilimin başlangıcı olarak kabul edeceğim. Bunlar demokratikleşme süreci” ve “küresel ekonomiyle bütünleşme”dir. Hemen bir yargımı baştan belirtmek isterim. Türkiye her iki boyutta da epeyce yol almıştır. Bunu yadsımak, en azından haksızlık olur. Öte yandan da, eldeki veriler, ulaşmayı düşlediğimiz hatta ulaştığımızı sanıp/varsayıp övündüğümüz düzeylerden epeyce uzakta olduğumuzu gösteriyor.

     

    A) Demokratikleşme

     

    14 Mayıs 1950 de yapılan seçimlerde Demokrat Parti’nin iktidara gelmesinin Türkiye’de “seçimsel demokrasinin” işlemeye başlama tarihi olarak kabul edilmektedir. Bu tarihte tek parti döneminden itibaren iktidarda olan Cumhuriyet Halk Partisi seçimi kaybetmiş ve 1946’dan o tarihe kadar ana muhalefet partisi konumda olan Demokrat Parti iktidara gelmişti. Bu yumuşak başlangıç Türkiye’nin demokrasi yoluna hızlı ve emin adımlarla yürüyebileceği ümidini doğurmuştu. Ancak böyle olmadı. Türkiye’nin daha sonraki siyasal yaşamı büyük çalkantılar gösterdi. Baskıcı sivil iktidarlar (örneğin 1950lerin ikinci yarısı[1]), darbeler, istikrarsız koalisyonlar arasında yuvarlanan Türkiye, aradan 60 yılı aşın bir süre geçmesine rağmen, demokratik dönüşüm sürecini tamamlayamadı, “seçisel demokrasi” olarak kalmanın ötesine geçemedi.[2] Bugün, uluslar arası karşılaştırmalarda, Türkiye demokratik ülkeler arasına konulmamaktadır. Bu bağlamda önemli bir sınıflama çabası olarak kabul edilen Economist Intelligence Unit (EIU) tarafından hazırlanan “demokrasi endeksinde” ülkeler dört ana grup içinde toplamaktadır. Bu gruplar i) Tam Demokrasi, ii) Aksak Demokrasi, iii) Melez Rejim, iv) Otoriter Rejim olarak adlandırılmaktadır. Bu çalışmada ülkeler beş boyut üzerinden değerlendirilmektedir. Bu boyutlar i) Seçim süreci ve çokculuk (pluralism) ii) Hükümetin işlevselliği iii) Siyasal katılım iv) Siyasal kültür ve v) toplumsal özgürlüklerdir (civil liberties). Türkiye, 2010 yılında, bu sınıflama içinde “melez rejim” grubuna yer almakta ve demokrasi endeksi sıralamasında ye alan 169 basamak arasında, Nikaragua ile 89unculuğu paylaşmaktadır.

     

    Türkiye’nin demokratik evriminde geldiği noktayı betimleyebilmek için “demokrasi endeksine” gönderme yapılmasının nedenleri şöyle sayılabilir: i) Endeksin hesaplanma yöntemi bellidir.[3] ii) Endeksin bulguları diğer benzer endeksler ile benzer  yönde sonuç vermektedir. Örneğin Freedom House tarafından hazırlanan özgürlük endeksinde Türkiye “yarı özgür” olarak sınıflandırılmaktadır. iii) Türkiye seçim ve hükümetin işlevselliği açısından “iyi” olarak sayılabilecek (7 üstü) puan alırken son üç boyutta başarılı görünmemektedir. Endeksi belirleyen boyutlardan son üçünde Türkiye’nin puanı düşüktür. Özellikle Türkiye’nin “siyasal katılım” boyutunda puanı oldukça düşüktür. Bu sonuçlar ise Türkiye’nin siyasal yaşamına ilişkin gözlem ve bulguları yansıtır niteliktedir.

     

    Bu sonuçlardan hareketle, Türkiye’de önemsenmesi gereken bir “demokratik açık” (democratic deficit) olduğu söylenebilir. Demokratik açık kavramı “temsili demokrasinin kurumları ve uygulamalarının olmaması ya da aksak gelişmiş olmalarını” ifade etmektedir, Majone (2010, s. 150). Türkiye bağlamında ise bu kavram, daha dar anlamda,  ülkenin demokratik kurumları ve uygulamaları ile demokratik olarak adlandırılan ülkeler arasındaki, Türkiye aleyhine ortaya çıkan, fark olarak düşünülebilir.[4]

     

    B) Küresel Ekonomiyle Bütünleşme

     

    Türkiye’nin “küresel ekonomiyle bütünleşme” macerasını 1950den başlatmanın gerekçeleri “demokratikleşme” sürecine ilişkin olanlara oranla daha zayıftır. Her şeyden önce 1950de “küreselleşme” kavramı yoktu. İktidara gelen ve iktisadi yaşamda “serbestleşmeyi” hedeflediğini söyleyen hükümetin, dünyanın kalanıyla olan ilişkilerini, ithalatın önemli ölçüde serbestleştirilmesi (10 Ağustos 1950 tarihli kararname) ve yabancı sermayeyi özendirmeye (1 Ağustos 1951 ve 18 Ocak 1954 tarihli yasalar)  yönelik önlemler almaktan ibaretti. Türkiye’nin küresel ekonomiyle bütünleşme biçimi olarak tarımda uzmanlaşacağı da, pek fazla irdelenmeden, kabul edilmişti. Kore Savaşının dünya ekonominde yarattığı canlanma döneminde (1950-3) Türkiye ekonomisi de hızlı büyüdü. Ancak daha sonra ciddi politika hataları, kuraklık gibi nedenlerle Türkiye’de büyüme hızı düştü, enflasyon yükselmeye başladı, ödemeler dengesi sorunları ortaya çıktı. Bu süreç içinde bir yandan ekonomiye kamu müdahalesi çok artarken (Milli korunma Kanunu vs.) öte yandan da ekonomi giderek daha kapalı bir hale geldi.

     

    Bu dönemde alınan iktisadi kararlardaki ciddiyetsizlik ve tutarsızlıkların yarattığı karmaşa 1960larda iktisat politikasının “kurallara” bağlanması yönünde adım atılmasına yol açtı. Böylece “planlı kalkınma” dönemi başladı. Bu dönemde ise, Türkiye, o dönemdeki kalkınma anlayışına da uygun olarak, ithalatı ikame edici sanayileşmeyi ön plana alan bir strateji benimsedi.[5] Bu stratejinin gereği olarak da devlet “korumacılık” işlevini yüklendi. Bu işlevin önemi, zaman içinde, giderek arttı.

     

    1980 yılında uygulamaya konulan serbestleşme programı ise bu stratejiyi değiştirerek dışa açılmaya, yani küresel ekonomiyle bütünleşmeye ağırlık verdi. Başka bir değişle, Türkiye’nin küresel ekonomiyle bütünleşme çabası ancak bu tarihten sonra ciddiyet kazandı. Türkiye, bir ölçüde başarılı olan, bu stratejisini halen sürdürmektedir. Nitekim Türkiye, 2010 yılında dünyanın 30uncu en büyük ihracatçısı konumuna gelmiştir. Türkiye’nin dünya ihracatındaki payı 2003’de % 0,7 iken 2010’da %0,9’a yükselmiştir.

    II. Türkiye İktisadi Açıdan Nerelere Gelemedi?

     

    Türkiye’nin 1980 başından itibaren uyguladığı küresel ekonomiyle bütünleşme programı, açık ekonomiye dönüşme yolunda önemli adımlar atılmasını sağladı. Ancak bu süreç aradan geçen 30 yılı aşkın süre içinde Türkiye’yi gelişmiş ülkelere yakınlaştırmakta yetersiz kalmıştır. 2010 yılında Türkiye’nin küresel ekonomi içindeki konumunu anlayabilmek için aşağıdaki göstergelere bakalım:

     

    1) Türkiye dünyanın IMF’nin satın alma paritesiyle yaptığı tahminlere 16ıncı en büyük ekonomisi olmasına rağmen dünya GSYH’sı içindeki payı sadece %1,5dur.

    2) Türkiye, yine IMF’nin satın alma paritesi ile yaptığı kişi başına GSYH sıralamasında ise 65inci konumdadır.

    3) UNDP’nin “Beşeri Gelişme Endeksi” sırlamasında Türkiye 83üncüdür.

    4) Türkiye’nin cari açığı, dolar olarak ölçüldüğünde, halen ABD ve İtalya’dan ’den sonra dünyada üçüncü en büyük rakamdır. GSYH’ya oran olarak bakıldığında  Türkiye cari açık sıralamasında The Economist dergisinin verdiği dünyanın 42 önde gelen ekonomisi listesinde, ilk sıradadır.

    5) Yetişkinleri ortalama eğitimi sıralamasında Türkiye 5,3 yıl ile 61inci, ve toplam eğitim süresi bekleyişi sıralamasında ise 9,5 yıl ile 97inci sıradadır.

     

     

    III. İktisat Politikaları, Algılanan Risk ve 2001 Programı

     

    Türkiye’de 1980lerin başına kadar korumacı iktisat politikasının en önemli amaçlarından birisi iktisadi karar birimlerinin “algıladığı belirsizliği” düşük tutmaktır. 1980lerde yürürlüğe konulan “serbestleşme programının” amacı ise özel kesimin kendi kararlarının sonucu olan riski üstlendiği bir düzene geçmekti. Bu ise sonuç olarak özel kesimin “algıladığı belirsizliğin” artması anlamına gelmektedir. Türkiye bu geçişi belli bir çizgide ve yumuşak bir biçimde yapmayı denemiştir. Bu deney 1990ların başına kadar sürmüştür. 1990lardaki iktisat politikası hataları ve dağınıklık iktisadi karar birimlerinin algıladığı belirsizliği artırmış ama daha önemlisi, 1980lerden farklı olarak, toplumdaki kamu kesiminin bu konuda yardımcı olabileceği inancının da ciddi bir biçimde zedelenmesine yol açmıştır. Bu süreç 1999 Marmara depremine kamu kurumlarının toplumun beklentilerini karşılamaktan çok uzak kalmalarıyla, doruk noktasına ulaşmıştır. Bu noktada artık devletin korumacı işlevini yerine getiremeyeceği anlayışı hakim olmuş, toplumsal tercihler “devlet gölge etmesin, başka ihsan istemeyiz” biçimine dönüşmeye başlamıştır.[6]

     

    Öte yandan ekonomideki çalkantıların 2001 yılında bir krize dönüşmesi, Türkiye’yi acil ve köklü önlemler almaya yöneltti. Türkiye 2001 yılında IMF ile bir stand-by yapmışken krize girmişti. GSYH üç çeyrek üst üste düştü. Toplam gelir kaybı GSYH’nın % 7,6’sına ulaştı. Hükümet, IMF tarafından da desteklenen yeni bir program sundu. Programın temel hedefleri, kamu borcunu düşürmek ve bankacılık kesimini sağlıklı bir yapıya kavuşturmaktı.

     

    15 Mayıs 2001’de açıklanan Türkiye’nin Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı [bundan sonra kısaca “2001 programı” olarak anılacaktır], ileriye yönelik olarak kamu kesiminden gelebilecek olumsuz şokları önlemeye yönelik ciddi önlemleri yaşama kavuşturdu. Programın bu bağlamda önem taşıyan temel amaçları:

     

    1)    Kamu finansman dengesini bir daha bozulmayacak bir biçimde güçlendirmek

    2)    Toplumsal uzlaşmaya dayalı, fedakarlığın tüm kesimlerce adil bir biçimde paylaşılmasını öngören ve enflasyon hedefleri ile uyumlu bir gelirler politikası sürdürmek,

    3)    Bütün bunları etkinlik, esneklik ve şeffaflık ile sağlayacak yapısal unsurların yasal altyapısını oluşturmak

    2001 Programı çerçevesinde alınan önlemlerden farklı iktisadi karar birimleri, değişik biçimlerde ve yoğunlukta etkilendi. Bu noktayı biraz açabilmek için iktisadi karar birimlerini üç grupta toplayalım:

     

    1) Şirketler: Bu başlık altında, bankacılık dışında faaliyet gösteren, şirket statüsünde olan ve hissedilebilir ağırlığı olan (iş hacmi, karşılıklı bağıntılarının yoğunluğu vs.) kuruluşlar kastedilmektedir. Bu başlık altında ele alınabilecek karar alıcı sayısı sınırlıdır. [7]

     

    2) Bankalar: Türkiye’de katılım bankaları ile birlikte 48 banka faaliyet göstermektedir. Bunlar arasında ölçek farklılıkları olmakla birlikte, bankalar arası işlemlerin yoğunluğu nedeniyle her bankanın bireysel olarak ağırlığı olduğunu kabul etmek gerekir.

     

    3) Tek başlarına ağırlığı olmayan diğer iktisadi karar birimleri: Küçük ticari ve sınai işletme sahipleri, çiftçiler, işçiler. Doğal olarak bu kişilerin her birisi ayrıca bir aile ferdi sıfatıyla karar alıcı durumundadırlar. Dolayısıyla bu tanıma giren iktisadi karar birimi sayısı milyonlarla ifade edilecek kadar çoktur.

     

    2001 Programı şirketler kesiminin yeniden yapılanmasını öngörüyordu. Bu çerçeve içinde yürürlüğe konulan İstanbul Yaklaşımının etkisi umulandan daha az etkili oldu. Dolayısıyla bu amaca tam olarak ulaşıldığı ve şirketler kesiminin köklü bir biçimde yeniden yapılandırıldığı söylenemez. Ancak, 2001 krizi, bu kesimde yer alan şirketlerin daha sonraki yıllarda kendilerini yenileme yönünde çaba göstermelerine de yol açtı, şirketleri daha ihtiyatlı olmaya yöneltti. Yatırım alanlarının seçimi (ara malları üretiminde küresel rekabeti göze alamamak), yabancı ortak ve yurt dışı finansman arayışları ve kaldıraç oranının yükselmemesi bunun görüntüleri olarak düşünülebilir.

     

    Bankacılık kesiminde ise köklü bir yeniden değişim oldu. Bankaların bir kısmı tasfiye edildi. Geri kalan bankaların sermayeleri güçlendirildi. Bankacılıkta yabancı bankalar/ortaklar önem kazandı. Bankaların yaşadıkları şok, ortak yapısındaki değişme gibi nedenlerle güçlenen “riskten kaçınma” davranışı yeni düzenleme/gözetim yapısı ile pekiştirildi. Bankalar 2001 krizi sonrasında hem kendi istekleri ve hem de düzenleme/gözetim nedeniyle “ihtiyatlı” konuma kaydılar. Ticari kredi müşterileri daha dikkatle elendi, tüketici kredilerinin göreli önemi arttı. Kur riskine karşı duyarlılık arttı.

     

    Küçük karar birimleri ise işsizlik ve iflas biçiminde ciddi kayba uğradı. 2001 programı, bu küme içinde yer alan iktisadi karar birimlerine destek olunması gereğinin altını çiziyor ve toplumsal dayanışmanın gereğini vurguluyordu. Ancak, uygulamada bu yaklaşım, söz konusu grupta olanların kayıplarını ancak zaman içinde ve ekonominin gelişmesine bağlı olarak ve o ölçüde karşılanabileceği anlamına geliyordu. Küçük iktisadi karar birimlerinin yaşadıkları iş kaybı deneyimi onları da iktisadi yaşamdaki dalgalanmalara karşı çok duyarlı bir noktaya getirdi. Dolayısıyla, 2001 programının uygulanması sonucunda ortaya çıkan görece istikrarlı durumun bozulmasından ciddi kaygı duydular.

     

    Dikkat edilirse, 2001 programı, ekonomide istikrarsızlığa yol açan unsurları temizlemeye yönelip istikrarı sağlamaya yöneldiği için, tüm iktisadi karar birimlerinin algıladığı belisizliği azaltmayı hedeflemiş ve bu nedenle de ihtiyatlı olma konumunda buluşan tüm iktisadi karar birimlerini tatmin etmiş oluyordu.

     

    IV. 2001 Programı Neden Uygulanabildi?

     

    “2001 Programı” kapsamlı, bu anlamda da iddialı, iyi tasarlanmış bir stratejiyi uygulamaya sokuyordu. Bu programın dış finansman gereklerini çok büyük ölçüde sağlanmıştı. Ama topluma büyük de yük getiriyordu (devalüasyon, büyük faiz dışı fazla yaratılması vs.). Programın tasarımcıları (özellikle  programın tasarım ve uygulama aşamasında çok önemli olan Kemal Derviş), 2001 Programının topluma yük getireceğini açıkça söylediler. Savunmaları iki ana noktaya dayanıyordu: Bunlardan ilki, eğer toplum böyle bir fedakârlıkta bulunmayı kabul etmezse, 1990ların sonunda Türkiye’nin kendisini içinde bulduğu çıkmazdan kurtulamayacağı görüşü idi. İkincisi ise, bu programın başarıya ulaşması halinde, Türkiye’nin gelişmenin nimetlerinin hakkaniyete uygun bir biçimde bölüşülebileceği, hızlı ve sürdürülebilir bir gelişmenin sağlanacağı yeni bir programın uygulamasına geçmek için gerekli alt yapının kurulmuş olabileceği idi. Kanımca, toplumun davranışının biçimlenmesinde daha etkili olan ilk nokta idi.

     

    2001 Programı yoğun bir toplumsal direnişle karşılaşmadan yürürlüğe konuldu. Bu tepki azlığı birkaç farklı bakış açısıyla açıklanabilir. Bunlardan ilki, toplumun 2001 programının getireceği yükleri algılayamamış olmasıdır.  Ancak, Türkiye’deki demokratik açık, bu türlü sorunların yazılı ve sözlü basında tartışılmasına engel olacak ölçüde değildi. Bu tartışmalar da o günlerde yapılmıştır. Öte yandan yakın geçmişinde 1994 krizi ve 1997-8 şoklarını yaşamış bir toplumun içine düşülen durumdan çıkmanın kolay olmayacağını kestirememesi pek beklenemez. Akla gelebilecek ikinci açıklama toplumun, ekonominin bu önlemler sayesinde düzeleceğine inanmış olmasıdır. Programın hazırlanış aşamasındaki ciddiyet ve tanıtımındaki başarı göz önüne alındığında bu etkinin bir dereceye kadar önemli olduğunu kabul etmek gerekir. Üçüncü bir açıklama ise, toplumun artık dönüşü olmayan bir yol girildiğinin farkında olması, bu nedenle de bu programın maliyetine katlanmaktan başka bir çaresi olmadığını kabul etmesidir.  Bunun önemli nedeni ise 1990lara dönmeyi toplumda, hemen hiç kimsenin istememesidir. 2001 programının maliyeti 1990lardan kurtulmanın, kaçınılması olanaksız, bedeli olarak görülmüş ve kabullenilmiştir.

     

    Toplumun programa karşı sert bir tepki göstermemesine karşın, 2002 Kasımında yapılan seçimde programı ve dolayısıyla reformları yürürlüğe koyan hükümeti oluşturan partileri şiddetle cezalandırdı. Bu sonuç, yukarıdaki üç açıklama içinde en sonuncusunun önemini artırıyor. 2001 Programı toplum gözünde, ileriye yönelik bir kapıyı aralayan, yönelimi itibariyle güven verici bir olgu iken hükümet geçmişin umutsuzluğunu temsil ediyordu. Bu nedenle de toplum, hükümetten ayrı tuttuğu programa hiç olmazsa direnmezken, geçmişten sorumlu tuttuğu partilere oy vermedi. Yeni bir parti olan AKP iktidara geldi. Başka bir değişle seçimsel demokrasi işledi. AKP, 2001 programını uygulamaya devam etti. Küresel ekonomide olumlu bir döneme girildi. Dünya ticareti arttı, küresel likidite bolluğu yaşandı, faizler düştü. Türkiye küresel ekonomideki olumlu gelişmelerden yararlanabildi. İhracat ve yabancı sermaye girişi arttı; ekonomi hızlı büyüdü.

     

    Bu gelişmeler 2001 programına olan güveni artırdı ve “istikrar” bu dönemin iktisat politikasının “olmazsa olmaz” koşulu haline geldi.

     

    V. AKP İktidarı 2003-8

    AKP hükümetinin istikrar programına sahip çıkması akılcı bir tercihti. Her şeyden önce, küçük karar birimlerinin istikrarsızlıktan çekinmesi, bu tercihin siyasal açıdan da kazanç getirmesini sağladı; izleyen  seçimlerde AKP başarılı oldu.

     

    AKP hükümeti, programın “toplumsal dayanışma gereği” hedefini ciddiye aldı ve iktisadi bakımdan görece zayıf gruplara desteğe önem verdi. Bu destek, sağlam bir kurumsal yapıya kavuşmamasına rağmen, 2001 krizinden çok etkilenen küçük karar birimleri için bir umut kaynağı oldu.[8] AKP, daha sonraki seçimlerde, bu davranışının da siyasal yararını gördü.

     

    2001 Programı bir geçiş programıydı. Yeni bir gelişme programı ile ikame edilmesi gereği baştan belirtilmişti. 2006 yılına gelindiğinde bir anlamda, 2001 programı ömrünü doldurmuş, Türkiye’nin, bazı yapısal değişiklikleri öngören, bir gelişme çizgisine oturmasını sağlayacak yeni bir programa ihtiyacı olduğunun sinyalleri gelmeye başlamıştı. Ancak ne AKP hükümeti bu yönde bir adım attı ne de iktisadi karar birimleri algıladıkları belirsizliği artırabilecek böyle bir değişim yönünde istek gösterdiler. İstikrar, iktisat politikasının sadece “olmazsa olmaz” hedefi değil, tek hedefi haline gelmiş gibi görünüyordu. Burada önemli olan, hedefin böyle belirlenmesinin arkasında bir toplumsal uzlaşının yatmasıydı. AKP hükümeti bunu saptamış ve bu uzlaşıyı zedeleyecek bir politika değişikliği yapmaktan çekinmişti. Türkiye 2006-8 döneminde, istikrar programının yapısı içinde değişen koşulların gerektirdiği politika değişikliklerini yapmaya çalışmakla yetindi. Ancak, söz konusu dönemde Türkiye’ye sermaye girişlerindeki önemli artış ekonomiye destek verdi ve yeni bir gelişme yolu aranmasının ertelenmesine yol açtı.

     

    VI. 2008+[9] Krizi

     

    Türkiye 2008’in son çeyreğinde küresel krizden ciddi bir biçimde etkilenmeye başladı. GSYH arka arkaya dört çeyrek düştü. Toplam gelir kaybı, GSYH’nın % 7,9u oldu. İşsiz sayısı Eylül 2008 ile Nisan 2009 arasında bir milyon kişi arttı. Bu rakamlar küresel krizin Türkiye üzerindeki etkisinin 2001 krizinden daha fazla olduğunu gösteriyor. Küresel krizin Türkiye üzerindeki doğrudan etkisi büyük ölçüde dış ticaret kanalıyla oldu; ihracat düştü. Finans kanalının etkisi, bir anlamda, ikincil kaldı. Bu etki de bankalar ve şirketler kesiminin dışarıdan temin ettiği fonların düşmesi biçiminde kendisini gösterdi. Sermaye kaçışı sınırlı kaldı ve bankalar ve şirkete yönelik fon girişleri üç çeyrek sonra artıya döndü.

     

    Tüm iktisadi karar birimleri, 2001’in anıları hala belleklerinde canlıyken, küresel kriz şokuyla karşılaştılar. Bireysel ağırlığı olan iktisadi karar birimleri “ihtiyatlı” [hatta “aşırı ihtiyatlı”] tepki gösterdiler. Bankalar hemen kredilerini daralttılar, kendilerini korumaya aldılar. Şirketler kesimi, yatırımlarını durdurdu, üretimi ve istihdamı düşürdü. Küçük iktisadi karar birimleri ise, yine, kendilerini koruyamayacakları yeni bir şok ile karşılaşmanın işsizlik ve iflas gibi bedellerini üstlenmek zorunda kaldılar. Bunun temel nedeni, söz konusu geniş kitlenin kendisini korumasını sağlayabilecek toplumsal örgütlenmenin yetersizliği idi. Demokratik açığın varlığı, daha önce de olduğu üzere, her hangi bir şokun bireysel ağırlığı olmayan küçük karar birimlerinden oluşan kitleye yansıtılmasına olanak sağlamıştı.

     

    Hükümet 2008+ Krizinin sıra dışı önemini anlamakta gecikti. Müdahale etme gereğini duyduğunda da gelişmiş ülkeler benzeri bir canlandırma paketini yürürlüğe koyulması durumunda kamu dengesinin bozulmasına yol açabileceği görüldü. Bu da istikrarın bozulmasına  ve dolayısıyla politika saygınlığı kaybına yol açılması tehlikesini gündeme getirdi. Hükümet, bir kez daha, istikrarın korunmasını tercih etti. Diğer önlemlerin temel hedefi, iktisadi olarak zayıf olan ve şoktan çok etkilenen kesimlere destek vermekti. 2008 son çeyreğinden itibaren ekonomi neredeyse bir serbest düşüşe geçti. Bu düşüş iktisadi karar birimlerinin kabaca kendi ayakları üzerinde durabildikleri noktaya kadar sürdü. Hükümetin izlediği politikayı değiştir[e]memesi biçiminde ortaya çıkan ihtiyatlı tutumu, biraz şaşırtıcı bir biçimde, iktisadi karar birimlerine güven verdi. Kamu kesiminden bir başka şok gelmesi olasılığının iyice düştüğü kanısı hakim oldu. Bankalar kredilerini ve şirketler kesimi de faaliyetlerini genişletmeye başladılar. Hükümetin istikrar politikasına devam etme kararı ülke dışındaki iktisadi oyunculara da güven verdi. Türkiye dış kaynak teminin edebildi. Ekonomi 2009un ikinci çeyreğinden itibaren büyümeye başladı.

     

    VI. 2011 Yılındaki Gelişmeler ve Sonrası

    2011 yılında küresel krizin etkisinin orta döneme yayılarak devam edeceği iyice anlaşıldı. Krizin gelişmekte olan ülkelere etkisinde finans kanalının öneminin arttığı bir döneme girildi. Türkiye ise bu döneme büyük cari açık (ABD ve İtalya’dan sonra üçüncü en yüksek rakam) ile giriyor. Cari açığın finansman kalitesinde de ciddi bir bozulma (kısa döneme kayış) ortaya çıktı.  Cari açıktaki yükselme ve enflasyondaki artış, ekonominin içinde bulunduğu yolun sürdürülebilirliği konusunda ciddi soru işaretlerinin doğmasına yol açtı. Hükümetin bu kaygıları giderebilmek amacıyla aldığı önlemlerin, şimdilik, bu amacına ulaştığını söylemek zor. [10]

     

    Ancak bir neden daha var! 2003 sonrasında izlenen iktisat politikasının özü, belirsizlikten korkan iktisadi karar birimlerinin kendilerini rahat hissedebilecekleri “istikrarlı” bir ortam yaratmaktı. Bu amaca yaklaşıldığı ölçüde Türkiye, hızlı büyüyebildi. [Ortalama büyüme hızı: 2003-2007 %5.8;  Son 60 Yıl %4.8] Ancak, 2011 de gelinen noktada iktisat politikasının iktisadi karar birimlerinin davranışlarını değiştirmesini hedeflemesi gerekiyor. Bu ise 2003 sonrasında belirsizlikten çekinen karar birimlerine sadece istikrarlı ortam sunmaya dayanan politikaların devam edemeyeceği anlamına geliyor. Değişen küresel ortam nedeniyle, mevcut durumun sürdürülememesi, yeni bir büyüme yoluna geçilmesini zorunlu kılıyor. İktisadi karar birimleri bunun kaçınılmazlığını kabul etseler bile, mevcut durumdan ayrılmaya direneceklerdir, (belirsizlikten kaçınmanın uyardığı aşırı ihtiyatlılık). Bu direnci kırmak kolay değildir ve bu davranış ekonominin yeni büyüme yoluna oturmasını geciktirebilir, hatta olanaksız kılabilir. Bu konunun çözümü için, alınan önlemlerin teknik açıdan sağlam olması yetmez. Bu önlemleri kendi çıkarlarıyla bağdaştıran iktisadi karar birimlerinin bir “kazanan koalisyon” oluşturması gerekir.

     

    Türkiye’nin önümüzdeki dönemde köklü bir biçimde değişime uğrayacak küresel ekonomiye hem uyum sağlaması gerekmektedir. Bu yöndeki başarısının da geçmişte yakaladığından çok daha fazla olması gerekmektedir. Türkiye’de iktisadi karar birimlerinin daha fazla risk alabilecek biçimde yeniden örgütlenmeleri, gerekli ölçek ve beceri düzeyine kavuşmalarının özendirilesi gerekecektir. Mikro iktisadi reformlar yoluyla da ekonominin büyüme potansiyeli artırılmalıdır. Türkiye reformların maliyetinin önemli bir kısmını, sonradan kısmen telafi edileceği sözü verilerek, “küçük iktisadi karar birimlerine” yükleyerek yola devam edemez. Türkiye “demokratik toplum” olma yönünde hamle yapmalıdır. Anayasa değişikliği bu yönde, gerekli olduğu için “önemli” ama “yeterli” sayılamayacağı için abartılmaması gereken, bir adım olarak düşünülmelidir. Toplumun yeni düzene geçebilmesi için gerekli oyun kuralları değişiklikleri (kurumsal reform) çok daha geniş bir alanı kapsar. Bu yönde başarı sağlanabilmesi için gerekli nitelikli insan gücünün sağlanması yaşamsal önem taşımaktadır. Bu da düşünebilen, sorun çözmenin yollarını bilen insanlar yetiştirilmesini gerektirmektedir. Türk eğitim sistemi bunu sağlamada çok yetersiz, mevcut Türk siyasal sistemi de bu konuda oldukça isteksizdir.

     

     

    KAYNAKLAR

     

     

    Akarca, A. ve A. Tansel (2008): “Impact of the 1999 Earthquakes and the 2001Economic Crisis on the Outcome of the 2002 Parliamentary Election in Turkey,” Institutions and Economic Development: Selected Papers from the ERF 14th Annual Conference, Cairo: ERF Publication, s. 147-164.

     

    Demirel, T. (2011). Türkiye’nin Uzun 10 Yılı-Demokrat parti İktidarı ve 27 Mayıs Darbesi, İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları.

     

    ÜniEconomist Intelligence Unit (2010): Democracy Index in 2010, London: The Economist Intelligence Unit Limited.

     

    Günçavdı, E. ve A. A. Bayar (2011): AKP’nin Ekonomi Politikalarının Gelir Dağılımına Etkisi, BETAM Araştırma Raporu 11-22, 28 Ekim.

     

    Majone, G. (2010): “Transaction-cost efficiency and the democratic deficit”, Journal of European Public Policy, Cilt 17, No. 2, March, s. 150–175.

     

    Özbudun, E. (2011): Otoriter Rejimler, Seçimsel Demokrasiler ve Türkiye, İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları.

     

    Türkcan, E. (2010): Türkiye’de Planlamanın Yükselişi ve Çöküşü 1960-1980, İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları.

     

     

     

    *Bu yazı İktisat ve Toplum Dergisi’nce 14 Aralık 2011’de düzenlenen “Küresel Kriz ve Büyüme Sorunu başlıklı panelde yapılan konuşmanın gözden geçirilmiş biçimidir.

     


    [1] 1950-1960 dönemindeki siyasal gelişmeler Demirel (2011)’de etraflı bir biçimde ele alınmaktadır.

    [2] Seçimsel demokrasi kavramı ve Türkiye’nin demokratik dönüşümü tam yapamayışının nedenleri konusunda Özbudun (2011)’a başvurulabilir.

    [3] Bu endeksin hesaplama yöntemi EIU(2010)’da etraflı bir biçimde açıklanmaktadır.

    [4] Avrupa bağlamında kullanılan genel demokratik açık kavramı bir ülkenin algılanan demokratik başarımı ile toplumun istekleri arasındaki fark olarak tanımlanmaktadır.  Çünkü, bu ülkeler açısından örnek alınabilecek daha gelişmiş bir demokratik düzen söz konusu değildir. Öte yanda, bir demokratikleşme programının uygulanmasında doğal olarak toplumun istekleri önemli rol oynayacaktır. Toplumun istekleri arasında yer almayan bir demokratik kurumsal düzenleme, büyük bir olasılıkla, kâğıt üzerinde kalacaktır. Buna karşılık, Mısır örneğinde görüldüğü üzere, toplumun demokratik özlemlerini karşılamanın gerisinde kalan değişiklikler, “demokratik açık” kavramının o ülkenin gündeminde önemli bir yer tutmasına yol açacaktır.

    [5] Türkiye’nin planlı kalkınma döneminde izlediği iktisat politikası için Türcan (2010)’a bakılabilir.

    [6] 1999 Marmara depreminde toplumun uğradığı düş kırıklığının siyasal sonuçları üzerinde önemli bir çalışma Akarca ve Tansel (2008)’dır. Bu çalışmanın temel bulgusu seçmenlerin kamu kurumlarının 1999 Marmara depremi sırasındaki başarısızlığı ve deprem sonrasında yolsuzlukların üzerine gidilmeyişinden yerel ya da ulusal düzeyde iktidarda olanları sorumlu tuttuklarıdır. Bu 2002 seçimlerindeki, sıra dışı, partiler arası oy kaymasını açıklamada önemli bir etmen olarak ortaya çıkmaktadır.

    [7] Bu tanıma alınabilecek şirket sayısını belirlemek için İstanbul Menkul Kıymetler Borsasına kayıtlı banka dışı, şirketler,  ISO’nun yayımladığı en büyük 500 sanayi kuruluşu ya da  TCMB’nin sektör bilançoları çalışmasında yer alan şirketler temel alınabilir. Bunlar arasında TCMB çalışması 8576 şirketi kapsamakta ve büyük bir farkla en geniş kümeyi oluşturmaktadır.

    [8] Günçavdı ve Bayar (2011)’de gösteridği üzere Türkiye’de gelir dağılımı 2003-7 döneminde bir ölçüde düzelme göstermiştir. Yazarların da vurguladığı üzere bu dönemde Türkiye görece hızlı büyümüştür. Bu dönemde işsizliğin azalması başta olmak üzere pek çok etmen gelir dağılımını düzeltici yönde etki yapmaktadır. Toplumsal destek programlarının katkısı değerlendirilirken, büyümeden gelen bu başat etki hesaba katılmalıdır.

    [9] “2008+” ile 2008’de küreselleşen ve hala devam eden kriz ifade edilmektedir.

    [10] Bu bağlamda akla gelebilecek bir açıklama ekonominin iktisat politikası önlemlerine belli bir gecikmeyle tepki verebileceği ve bunun oldukça uzun bir süreye yayılabileceği. Bu nedenle de etkinin tamamının henüz gözlenememiş olabilir.

    Etiketler:
    Yazdır