Arşiv

  • Nisan 2024 (11)
  • Mart 2024 (19)
  • Şubat 2024 (19)
  • Ocak 2024 (18)
  • Aralık 2023 (17)
  • Kasım 2023 (14)
  • Ekim 2023 (15)
  • Eylül 2023 (12)
  • Ağustos 2023 (21)
  • Temmuz 2023 (18)
  • Haziran 2023 (13)
  • Mayıs 2023 (9)

    Bilgi, Teknolojide İlerleme ve Eğitim Üzerine

    Hasan Ersel, Dr.01 Şubat 2013 - Okunma Sayısı: 2451

    Bir kitaba dikkati çekerek konuya girmek istiyorum.

     

    Kemal İnan: Teknolojik İş[lev]sizlik-Kitle Üretiminden Yaratıcı Tasarıma, İstanbul: İletişim Yayınları, 2012.

     

     

    Yazar, Sabancı Üniversitesi emekli öğretim üyesi. Alanı elektrik mühendisliği. Yaşamımda tanımış olmaktan büyük mutluluk duyduğum az sayıda insandan birisi. Candan arkadaşlığının yanı sıra, ya bana bir şeyler öğretti ya da öğrenmeye teşvik etti. Bu kitap da, benim için, onun bu katkılarından birisi. Kitap teknolojik gelişme olgusunu çeşitli boyutlarıyla inceliyor ve farklı alanlarda düşünme biçimlerimizin değişmesi gerektiğini ikna edici bir biçimde ortaya koyuyor. Kitap bilginin evrimini ele alarak başlıyor. Kopernik’le başlattığı bilim serüvenini ikinci bölümde üç çizgide ele alıyor. Bunlar doğa bilgisi, insan bilgisi ve sistem bilgisi. Üçüncü bölümde otomasyonun yaşamımıza getirdiği önemli değişiklikler üzerinde duruluyor. Kitabın son dört bölümü ise bu yaklaşımın getirdiği zengin bakış açısının hangi alanlara uzanıp, neleri etkileyebileceğini gösteriyor. Beşinci ve altıncı bölümlerde ekonomi, yedinci bölümde politika ve sekizinci bölümde ise [toplumsal] adalet ele alınıyor. Kitabın “Özgürlük ve Yaratıcılık” başlıklı eki ise gözden kaçmaması gereken bir metin. Burada eğitimin farklı amaçları olabileceği açıklandıktan sonra çağımızda yaratıcılığı özendirip geliştiren eğitimin önemi vurgulanıyor. Akıcı bir dille yazılmış bu kitabı tüm ilgilenenlere tavsiye ederim. Ama rahat okunabilir olması kolay bir kitap olduğu anlamına gelmiyor. Sadece insanın kafasında soruların daha çabuk oluşmasını sağlıyor.

     

    Ben, bu yazımda kitabın beşinci bölümünde ele alınan “bilginin” (knowledge) iktisadi yaşamdaki rolü üzerinde durmak istiyorum. Kitapta savunulan temel görüşlerden birisi şöyle özetlenebilir: “…ekonomide asıl zenginliği yaratan birçok alanda bilginin üretim içindeki payının hızla büyüdüğü, üretim sürecinde otomasyon teknolojilerinin sıradan insanın emeğinin yerini aldığı ve [yazarın] bilgi üretim kompleksi olarak adlandırdığı[…] bu yeni oluşumun toplumsal dengeleri altüst ettiği…”(s. 175). Kitabın beş ve altıncı bölümlerinde bu konu etraflı ve çarpıcı bir biçimde ele alınıyor. Ben de katıldığım bu görüşten hareketle bazı gözlemler yapmak istiyorum.

     

     

    Dünyada Üretimin Yeniden Yapılanması

     

    Son zamanlarda dünyada sanayi üretiminde giderek gelişmiş ülkelerin (Kuzey Amerika, Avrupa ve Japonya) ağırlığı azalırken Doğu Asya’nın ağırlığı artmaya başladı. Bu gözlemden hareket edenlerin bazılarına göre önümüzdeki dönemde dünya ekonomisinin motoru başta Çin olmak üzere Doğu Asya’nın gelişmekte olan ülkeleri (+ artık gelişmiş ülke olarak kabul edilen Kore Cumhuriyeti [Güney Kore]) olacak.  Acaba?

     

    İktisadi gelişme sürecinde teknoloji ve bilginin rolüne daha dikkatle bakıldığında, olayı biraz daha farklı görmek olanaklı. İmalat sanayiinin Doğu Asya’ya kaydığı doğru. Ama aynı zamanda, Kemal İnan’ın vurguladığı üzere, imalât faaliyetinin katma değer içindeki payı da azalıyor. Katma değerin yüksek olduğu faaliyetler yeni ürün ya da üretim süreci geliştirmeye yönelik olanlar. Yani bilgi yoğun hizmetler. Bu alanda ise gelişmiş ülkelerin tekeli devam ediyor. Hatta teknolojideki baş döndürücü ilerleme göz önüne alındığında, belki de güçleniyor. Dolayısıyla, dünya ölçeğinde üretimde görülen yapısal değişme, iktisadi faaliyetin belli bir coğrafi bölgeye kaymasından çok yeni bir küresel uzmanlaşma örüntüsünün ortaya çıkması olarak görülebilir. Gelişmiş ülkeler bilgi yoğun hizmet faaliyetlerine yönelirlerken, bazı gelişmekte olan ülkeler imalât sanayiinde ağırlıklarını artırıyor. Bunun söz konusu ülkelerde gelir artışı yaratmakta olduğu da açık. Bu gelir artışı herhalde refah artışına da yol açmış olmalı ki, bu gelişme söz konusu ülkelerde yaşayanlar tarafından, büyük ölçüde, olumlu karşılanıyor. Ancak sanayi faaliyetlerinden kaynaklanan çevreyi bozucu etkiler, hızlı teknolojik gelişme sonucunda yükselen iktisadi amortisman oranları ve benzeri olgular göz önüne alındığında bu olgunun söz konusu gelişmekte olan ülkelerde (örneğin Çin’de) yaşayan insanlar için, GSYH rakamlarının verdiği izlenim ölçüsünde, refah artışı sağladığı kuşkulu.

     

    Gelişmekte olan ülkelerin imalât sanayii alanında en güçlü atılım yapanları (Çin, Hindistan) bile ileri teknolojide ciddi sıkıntılarla karşılaşıyorlar.[1] Kuşkusuz bu sorunlar her alanda aynı yoğunlukta yaşanmıyor. Ancak bu güçlükler, gelişmekte olan ülkelerin hangi alanlara yöneleceklerini belirlemede büyük rol oynuyor. Bu sorundan kaynaklanan kısıtları esnetmenin yolu teknolojik alanda ülkeye özgürlük sağlayacak atılımlar yapmak. Yani bilgiye dayalı üretim yapmaya yönelmek. Bu nedenle gelişmekte olan ülkeler giderek araştırma ve geliştirme (A&G)  faaliyetlerine daha fazla kaynak ayırıyorlar. Ancak ABD halâ dünyada A&G’ye en çok kaynak ayıran ülke konumunda olmaya devam ediyor.

     

    “Teknolojiyi edinebiliyorsak, sorun yok” mu?

     

    Türkiye teknoloji alanında iddialı bir ülke değil. Hiçbir zaman da olmadı. Gerçi Türkiye 1999 yılında GSYH’sının % 0, 47’si düzeyinde olan A&G harcamalarını 2009’da % 0.85’e yükseltebildi. Ama bu oran OECD ortalamasının (% 2,33) ya da Çin’in (% 1,87) çok altında. Ancak Türkiye’de teknolojik gelişme olmadığı da söylenemez. Türkiye bunu, teknoloji ithal ederek sağladı. Ancak patent alarak teknolojiyi edinme Türkiye’de pek başvurulan bir yol değil. Türkiye büyük ölçüde “teknolojiyi makineler içine yerleştirilmiş olarak” edinme yolunu kullandı. Bu kısa dönemde maliyeti düşük tutan bir yaklaşım. Şirketler A&G, ya da alınan patenti yaşama kazandırma masraflarından kurtuluyor. Uzun dönemde şirket açısından karşılaşılan sorun, teknolojinin yenilenmesi gerektiğinde tekrar ithalinin gerekmesi, yani teknolojik bağımlılık yaratması. Bu uygulamanın yaygınlık kazanmasının bir de toplumsal sonucu var. Teknolojiyi geliştirmeye yönelik faaliyetlerin çekici olmaması nedeniyle A&G ile uğraşabilecek nitelikte işgücünün başka ülke ve/veya faaliyetlere kayması. Başka bir deyişle, Türkiye’nin bilgi yoğun üretime yönelme potansiyelini kaybetmesi.

     

    Teknolojik değişimin biçimi, Türkiye’nin küresel ekonomiyle bütünleşme biçimini de etkiliyor. Türkiye’nin ihracatında ileri teknolojili ürünlerin payı çok düşük. Bu durum bilgi ve iletişim teknolojileri için de geçerli.[2] Buna karşılık, TABLO 1’den de görüleceği üzere Türkiye’nin ihracatında orta teknolojili malların payı yükseliyor. Buna karşılık hem yüksek ve hem de düşük teknolojili malların payları düşüyor. İhracattaki yapısal dönüşüm, büyük ölçüde, TABLO 1’de ele alınan 12 yıllık dönemin ilk yarısında gerçekleşiyor. Daha sonraki yıllarda ihracatın teknoloji yapısında önemli bir değişiklik yok.[3]

     

    TABLO 1

    İHRACATIN BİLEŞİMİ (%)

    Yıl

    Birincil Mallar

    Kaynağa Dayalı Mallar

    Düşük Teknolojili Mallar

    Orta Teknolojili Mallar

    Yüksek Teknolojili Mallar

    2000

    10,9

    12,8

    47,7

    21,0

    7,6

    2006

    11,8

    15,0

    35,4

    32,0

    5,6

    2011

    13,3

    17,5

    33,0

    32,0

    4,1

    KAYNAK: Sayın Ekrem Cunedioğlu’nun (TEPAV) yaptığı çalışma. Kendisine bu verilerden yararlanmama olanak sağladığı için kendisine teşekkür borçluyum.

     

    Ancak burada dikkat edilmesi gereken bir nokta daha var. Orta teknoloji içeren ihraç ürünlerimizin önemli bir kısmı (örneğin otomotiv) küresel üretim ağı içinde faaliyet gösteren şirketler tarafından yapılıyor. Dolayısıyla hem hangi ürünün üretilip ihraç edileceği, hem de bu amaçla hangi teknolojinin kullanılacağı, bir anlamda, Türkiye için dışsal. “Bir anlamda” dedim, çünkü bu üretim ağını yönetenler, olabildiğince kendileri açısından, en uygun (en kârlı?) yerlerde faaliyet yapmaya çalışacaklardır. Dolayısıyla üretimin belli bir aşamasının Türkiye’de yapılıp yapılmayacağı büyük ölçüde bu tercihlere bağlı olmakla birlikte, bu tercihler de Türkiye’nin, diğer ülkelere karşılaştırdığında sunduğu olanaklardan (nitelik göz önüne alındıktan sonra işgücü maliyeti, ulaştırma olanakları ve maliyeti vs.) etkilenecektir. Başka bir değişle, Türkiye bu olanakları değiştirecek biçimde önlemler alarak (yani yatırım ortamını iyileştirerek) küresel üretim ağı içinde hangi konumda olacağını, kısmen de olsa, etkileyebilir. Bu açıdan bakıldığında akla iki soru geliyor: Acaba küresel üretim ağları

     

    i) Teknoloji geliştirme faaliyetleri için Türkiye’yi hedeflerler mi?

    ii) Üretimlerinin bir kısmını Türkiye’de kuracakları tesislerde yapmayı düşünürler mi?

     

    Türkiye’nin yakın yıllardaki deneyimi, ilk soruya “olumsuz” ikinci soruya ise kısmen olumlu yanıt verilebileceği yönünde. Türkiye’de bazı alanlarda üretim yapmak için yabancı yatırımcıların, sınırlı da olsa, ilgisini çekiyor ama teknoloji geliştirilmesi söz konusu olduğunda gündemde olan bir ülke değil. Bu sonuca yol açan farklı nedenlerden söz edilebilir. Ancak bunlardan önemli birisi Türkiye’deki iş gücünün eğitim düzeyi.

     

    Açık ki, çağımızda teknolojik gelişmeyi sağlayabilmek için ilgili alanda sağlam öğrenim görerek uzmanlaşmış ve güçlü yaratıcılık nitelikleri olan kişilere ve onların bir takım olarak çalışmasını sağlayacak eşgüdüm mekanizmasına gerek var. Buna karşılık, edinilen teknolojinin küresel rekabet koşularını sağlayacak etkinlikte kullanılması da belli nitelikte işgücünü gerektiriyor. Otomasyon olgusu, sadece işçi kullanım miktarını azaltmıyor, üretim sürecinde çalışanlardan istenilen temel niteliklerin değişmesini de gerektiriyor. Genelde bu değişim, daha iyi eğitim görmüş kişilerin istihdam edilmesi yönünde oluyor. O halde Türkiye’nin teknolojik değişmeye kendini uyarlayabilmesi için sağlaması gereken koşulların başında eğitimli işgücüne ne derece sahip olduğu yer alıyor.

     

    Bazı Karşılaştırmalı Eğitim Göstergeleri

     

    Önce genel bir temel göstergeye dikkati çekeyim. 2011 yılında Türkiye’de okur yazarlık oranı % 87,4 idi. Türkiye bu sonuçla dünyada 109’uncu sırada. Türkiye’de bu oran kadınlarda daha düşük (% 79,6). Bu da Türkiye’de kadınlar aleyhine olan eşitsizliğin göstergelerinden birisi. Bu rakamlar Türkiye’nin eğitim alanında zaman içinde önemli atılımlar yapmasına rağmen, dünya ölçüsünde övünülecek konumda olmadığını gösteriyor.

     

    Konumuz açısından daha çok önem taşıyan Türkiye’de çalışabilir nüfusun (15 yaş ve üstündeki nüfus, kısaca “15+yaş grubu”) eğitim düzeylerine ilişkin bazı göstergeler aşağıda ele alınıyor. Bu yapılırken, bir fikir vermek üzere farklı gelişmişlik düzeylerinde bazı ülkelerle karşılaştırmalar da veriliyor.

     

    i) Okulda Eğitimde Geçen Süre: 2010 yılı itibariyle Türkiye’de 15+ yaş grubunda olanlar için eğitimde geçen ortalama süre 7 yıl dolaylarında. TABLO 2’deki veriler Türkiye’nin 1950den bu yana epeyce yol aldığını gösteriyor. Ama aynı tabloda yer alan ülkelerle karşılaştırıldığında, Türkiye bu ülkelerin yaklaşık 30 (Yunanistan) ila 60 (İsrail) önce bulundukları konumda görünüyor.

     

    TABLO 2

    15+ YAŞ GRUBUNDA ORTALAMA OKULDA EĞİTİM SÜRESİ

     

    1950

    1980

    2000

    2010

    Yunanistan

    4,1

    7,1

    8,9

    10,7

    İsrail

    7,2

    10,0

    11,2

    11,3

    Kore

    4,5

    8,3

    11,1

    11,8

    İsveç

    6,8

    9,4

    11,1

    11,6

    Türkiye

    1,1

    3,6

    6,1

    7,0

    Kaynak: Barro-Lee Educational Attainment Data Set

     

     

    iii) Eğitim Düzeyi: Aşağıdaki TABLO 3’de 15+ yaş grubunda yer alanların hangi düzeyde okul eğitimi aldıkları veriliyor.  Bu tablodaki veriler, belli bir düzeyde eğitim almaya başlayan, fakat bu düzeyi tamamlayamadan ayrılanları da içeriyor.

     

    TABLO 3

    15+ YAŞ GRUBUNDA EĞİTİM ALINAN SON DÜZEY

    (2010 yılı, %)

    Hiç Okula Gitmemiş

    Sadece Birincil Eğitim Görmüş

    Sadece

    İkincil Eğitim Görmüş

    Üçüncül

    Eğitim Görmüş

    Yunanistan

    1,7

    27,0

    47,5

    23,9

    İsrail

    2,1

    3,8

    42,9

    31,2

    Kore

    3,6

    9,4

    46,8

    40,1

    İsveç

    1,4

    9,2

    65,7

    23,6

    Türkiye

    10,8

    42,0

    37,9

    9,3

    Kaynak: Barro-Lee Educational Attainment Data Set

     

    Her eğitim düzeyini tamamlamış, ancak bir sonrakine geçmemiş olanların dağılımı ise TABLO-4’de veriliyor

     

    TABLO 4

    15+ YAŞ GRUBUNDA TAMAMLANAN SON EĞİTİM DÜZEYİ

    (2010 yılı, %)

    Hiç Okula Gitmemiş

    Sadece Birincil Eğitimini Tamamlamış

    Sadece İkincil Eğitimini

    Tamamlamış

    Üçüncül Eğitimini Tamamlamış

    Yunanistan

    1,7

    25,3

    34,8

    22,3

    İsrail

    2,1

    21,5

    25,6

    18,0

    Kore

    3,6

    9,2

    37,8

    16,2

    İsveç

    1,4

    7,2

    52,3

    14,1

    Türkiye

    10,8

    35,6

    22,8

    5,3

    Kaynak: Barro-Lee Educational Attainment Data Set

     

    Bu veriler bazı Türkiye’nin karşılaştırmalı konumu açısından bazı kaygıları dillendiriyor. Türkiye’de hiç okula gitmemiş ve sadece birincil eğitim almış kişiler 15+ yaş grubunun % 52,8’sini oluşturuyorlar. Türkiye’de 15+ yaş grubundaki insanların % 35,6’sı birincil eğitim düzeyini tamamladıktan sonra öğrenime devam etmemişler. Üçüncül eğitim düzeyini tamamlayabilenlerin 15+ yaş grubu içindeki payı sadece % 3,6.  Türkiye bu sonuçlarla tabloda yer alan diğer ülkelerden olumsuz yönde ayrışıyor

    Bilgi yoğun alanlarda ya da teknoloji geliştirme gibi faaliyetlerde çalışabilecek olanların büyük bir kısmının bu kesimden gelmesi[4] bekleneceğine göre, Türkiye’nin bu alanda yetişmiş insan gücü kısıtı ile karşılaşması olasılığı yüksek görünüyor. Öte yandan hiç okula gitmeyenlerle, birincil eğitim görmüşlerin toplamı 15+ yaş grubu içindeki payının yüksekliği ithal edilen teknolojiyi kullanmayı öğrenme konusunda da Türkiye’nin sorunlarla karşılaşması olasılığını gündeme getiriyor. Oysa otomasyonun giderek yaygınlaştığı bir dünyada yaşıyoruz. Bu da çalışanlarda belli bir teknik bilgi ve beceri düzeyinde olmalarını (örneğin ikincil eğitim almış olmak gibi) gerektiren bir değişim. Türkiye bu açıdan karşılaştırmalı üstünlüğe sahip görünmüyor.

     

    Bu iki nokta göz önüne alındığında Türkiye’nin eğitim alanında ciddi ve kalıcı bir şeyler yapması gerekiyor. Bunlardan ilki, okul çağını geçmiş yetişkinlere yönelik etkin eğitim programları açılması. İkincisi ise, eğitimini tamamlamadan okulu terk etme oranını düşürecek önlemeler alınması. Üçüncüsü ise okul çağındaki gençlerin geleceğe hazırlanmalarını sağlayacak biçimde eğitim verilmesi. Bunlar yeni fikirler değil. Ama, bu konularda atılan adımların yetersiz kaldığı da uluslar arası karşılaştırmalardan açıkça ortaya çıkıyor (Örneğin PISA değerlendirmesi). Türkiye’nin bilgi yoğun üretime yönelmek gibi bir hedefi olacaksa yapılması gereken eğitimde köklü bir nitel değişimin gerçekleştirmesidir. Bu değişmenin hangi yöne olması gerektiği sorusuna yanıt arayanlara Kemal İnan’ın kitabındaki eke (s. 361-5) bakmalarını bir kez daha öneriyorum.

     

     

     

     

    KAYNAKLAR

     

    Eşiyok, B.A. (2012): “İktisat penceresinden teknolojiye bir bakış ve Türkiye’nin teknolojideki yeri”, İktisat ve Toplum, Sayı 25, s. 73-86.

     

    Yeldan, E., K. Taşçı, E. Voyvoda, M.E. Özhan (2012): Orta Gelir Tuzağından Çıkış-Hangi Türkiye?, İstanbul: Türkonfed Yayını.

     

     

     


    [1] Teknoloji yoğun olan (ve giderek bu özelliği daha da belirginleşen) savunma alanından iki örnek vereyim. Hem Çin ve hem de Hindistan jet uçakları için motor geliştirmekte karşılaştıkları zorlukları henüz atlatabilmiş değiller. Çin, 1987de başladığı WS-10 turbofan motorundan beklenen sonucu bir türlü alamadığı için bu motoru kullanması planlanan yerli yapım J-10 jet av uçakları Rus yapımı Lyulka-Saturn AL-31 FN turbofan motorları ile donatılmak zorunda kalındı. Hindistan’da da benzer bir sorun yaşanıyor. Hindistan yapımı HAL Tejas hafif savaş uçağı için 1986’dan bu yana geliştirilmeye çalışılan Kavari turbofan motorunun başarılı olmaması üzerine ABD’den General Electric F404-GE-F2J3 art yakıcılı (after burner) turbofan motorları satın alınmak zorunda kalındı. Her iki ülkenin bir başka ortak sıkıntısı da savaş uçaklarındaki elektronik aygıtları da gelişmiş ülkelerden almak zorunda olmaları.

    [2] Türkiye’nin teknoloji alanındaki konumu ve ihracatında hangi düzeyde teknoloji içeren ürünlerde yoğunlaştığı Eşiyok (2012) ve Yeldan ve diğ. (2012) s. 51-66)’da etraflı bir biçimde tartışılmaktadır.

    [3] Türkiye’nin ihracatında birincil ve kaynağa dayalı malların payları da sürekli artış gösteriyor. Bu iki mal grubunun toplam ihracat içindeki payı 2000’de % 22,8 iken 2011’da % 30,8’e yükselmiş.

    [4] Kuşkusuz bir ülkenin bilgi ağırlıklı üretime geçebilmesi ve teknoloji üretebilmesi, üçüncül eğitime ulaşan insan sayısının yanı sıra ve çok daha ağırlıklı olarak eğitimin her düzeyde ne ölçüde nitelikli olduğuna ve üçüncül eğitime alanların hangi alanlara yöneldikleriyle ilgilidir.


    * Bu yazı, İktisat ve Toplum Dergisi'nin 28. sayısında yayımlanmıştır.

    Etiketler:
    Yazdır