Arşiv

  • Nisan 2024 (11)
  • Mart 2024 (19)
  • Şubat 2024 (19)
  • Ocak 2024 (18)
  • Aralık 2023 (17)
  • Kasım 2023 (14)
  • Ekim 2023 (15)
  • Eylül 2023 (12)
  • Ağustos 2023 (21)
  • Temmuz 2023 (18)
  • Haziran 2023 (13)
  • Mayıs 2023 (9)

    İmalat sanayiinde, ithal girdi kullananlar daha hızlı büyüyor

    Güven Sak, Dr.17 Nisan 2014 - Okunma Sayısı: 2211

    Eskiden Türkiye’nin bir ödemeler dengesi meselesi olduğundan bahsederdik. Şimdilerde onu cari işlemler açığı meselesi olarak isimlendiriyoruz. Ben artık dolar açığı diyorum. Harcadığımız kadar dolarımız yok. Problemin özü ortada: Türkiye, kendi imkanları ile geçinemiyor. Hayatımızı idame ettirebilmek için yabancı kaynaklara ihtiyacımız var. Bir nevi, ödemelerinin tümünü yapabilmek için, her ay bankadan kredi kullanan tacir gibiyiz. İşimizi dışarıdan gelen kaynakla döndürebiliyoruz. Peki, idarecilerimiz meselenin farkında mı değil? Yok hayır, farkındalar. Ankara’da bu amaçla tasarlanan bir dizi program var. Mesela, imalat sanayiinde ithal girdi kullanımının azaltılması amacıyla tasarlanmış programlar var. Yerli üretim artsın, ithalat gereği azaltılsın istiyoruz. Dışarıdan dolarla alınacak girdilerin miktarı azalırsa, bunlar için ödenmesi gereken dolar cinsinden fatura azalabilir diye düşünülüyor. Cari işlemler açığı sonunda finanse edilmesi gereken bir dolar açığı olduğuna göre, dolarla alınacak girdilerin azaltılması demek, memleketin dolar açığının azaltılması anlamına geliyor. Biz uzunca bir süredir ithal girdi kullanımı azalsın diye uğraşıyoruz ama bakın rakamlar ortada kapsamlı bir yapısal değişiklik olmadığını gösteriyor. İmalat sanayiinde, ithal girdi kullanımının yüksek olduğu sektörler daha hızlı büyüyorlar. Biz dolar açığı azalsın diye girdilerin yerli üretimi için programlar tasarlıyoruz. Ama sonuçta bir değişiklik olmuyor. Eksik nerede?

    Hep aklımda, Ankara’da genç girişimcilerin, tecrübeli bir girişimciye geçenlerde sordukları o soru var: “Şirketimizi Türkiye’de mi kuralım, yoksa Amerika’da mı?” diye sormuştu gençler. Tecrübeli girişimci romantik bir cevap vermişti: “Ülkenizde kurun ki, ülkeniz kazansın.” İktisat politikası tasarımının özü, çıkarları peşinde koşan girişimcilerin hepimiz için iyi bir genel olumlu sonuca katkıda bulunmasını temin etmektir. Kimseden fedakarlık beklememektir. İşiniz fedakarlığa kaldıysa, memleketin durumu zordur. Ülke kendisine faydalı olanı yapamıyorsa, girişimcinin yapabileceği bir şey yoktur. Teknoloji geliştirmek, çiçek yetiştirmeye benzemez. Toprak, nem ve sıcaklık uygunsa, çiçek yetişir. Teknoloji gelişmez.

    Türkiye, şu son birkaç yıldır tık nefes olmadan önce, Çin gibi büyüyordu. Hatırlayın, 2009-2010’da büyüme oranı yüzde 9’lara vurmuştu. Bu arada, memleketin döviz açığı da milli gelirin yüzde 10’una fırlamıştı. Türkiye büyüdükçe, cari işlem açığı veren bir ülke. Normalde ortalama yüzde 5 gibi büyür ve yine ortalama yüzde 5 gibi de cari işlem açığı verirdik. 2002-2008 arasında yüzde 6 gibi büyüdük, yüzde 4 döviz açığı verdik. 2008-2013 arasında ise yaklaşık yüzde 3,8 büyüdük, döviz açığımız ise yüzde 6 oldu. Bir birim büyümek için daha fazla döviz açığı verir oldu. Neden oldu? Bir nedeni doğrudan imalat sanayimizin yapısı ile alakalı gibi duruyor bana sorarsanız. Türkiye’de imalat sanayiinde daha fazla ithal girdi kullanan sektörler, daha hızlı büyüyorlar. Büyümeden memnunuz ama büyüme ile artan döviz açığından şikayetçiyiz. Buyurun bakın ikisi de aynı paketten çıkıyor. Türkiye imalat sanayiinde daha fazla ithal girdi kullanarak, döviz açığına katkıda bulunan sektörler daha hızlı büyüyorlar.

    Yandaki grafik, doğrusu ya, tam da bunu gösteriyor. Türkiye’de 2005-2012 yılları arasında, imalat sanayiinde ortalama üretim artışı yaklaşık yüzde 4 civarında.Aynı imalat sanayii sektörlerinde ithal girdi kullanım oranı ortalama yüzde 16 civarında. Grafik neyi gösteriyor? Büyüme performansı yüzde 4’lük Türkiye ortalamasını aşan sektörlerin tamamında, ithal girdi kullanımı Türkiye ortalaması olan yüzde 16’yı kat be kat aşıyor. Türkiye’de son dönemde imalat sanayiinde ithal girdi kullanımını azaltmak, ithal girdilerin yerli üretimini sağlamak için atılan adımlar pek de somut bir sonuç vermiş gibi durmuyor. Bizim oturup, bu durumu daha bir ciddi değerlendirmemiz gerekiyor.

    Neden böyle oluyor? Müsaadenizle birkaç sonuç çıkarayım. Birincisi, ülkeler ikiye ayrılıyor: İçinden değer zinciri geçen ülkeler ile içinden boru hattı geçen ülkeler. Bir ülkenin içinden boru hattı geçmesi, esasen, o ülkenin ne olduğuna değil, nerede olduğuna bağlıdır. Bir ülkenin içinden değer zinciri geçmesi ise, esasen o ülkenin ne olduğu ile alakalıdır. İçinden değer zinciri geçen bir ülke olmak, içinden boru hattı geçen bir ülke olmaktan daha zordur. Ülkeye bir değer eklenmiş olması gerekir.
    İkincisi, içinden değer zinciri geçen ülkeler de ikiye ayrılır: Kendi ülkesinden değer zinciri çıkan ülkeler ile başka ülkelerden kaynaklanan değer zincirlerinin teğet geçtiği ülkeler. Türkiye, kendisine özgü değer zinciri tasarlayıp, örgütleyebilen bir ülke değildir. Değer zincirini örgütleyen, zincirin katma değeri en yüksek bölümünü kendisine alır, kalanı öteki ülkelere kalır. Türkiye’nin içinden geçen değer zincirleri esasen, Türkiye’nin iç pazarını hedefleyen değer zincirleridir. İstanbul’daki yabancı firmaların bölgesel merkezlerinin esasen küresel bir zincirin satış ve pazarlama birimleri olmasının bir nedeni olması gerekir. Neden kimse üretim ve ARGE’sini Türkiye’ye getirmeyi düşünmez? Dünya çapında bir biyoteknoloji firması olan Amgen, uzun uzun düşündükten sonra geçen yıl yeni üretim tesisini neden İstanbul yerine Singapur’da kurma kararı almıştır?

    Bana Türkiye’nin en temel beş meselesi nedir diye sorsanız? Eğitimden sonra ikinci olarak yargı sistemi ve hukukun üstünlüğü derim. Açıktır ki, Türkiye’nin burada da bir sorunu vardır. Bazı İnternet şirketleri Türkiye’de ofis açsınlar diye peşinden koşmanın sebebi de budur. Böyle bir ülke ithal girdilerin yerli üretimini istese de teşvik edemez. İstese de yapamaz. Şimdi grafiğe bir daha bakın lütfen. Nitekim yapamamıştır. Montajcılıkta kalmıştır.

    guvensaktablo-001.jpg

     

    Bu köşe yazısı 17.04.2014 tarihinde Dünya Gazetesi'nde yayımlandı.

    Etiketler:
    Yazdır