Arşiv

  • Nisan 2024 (12)
  • Mart 2024 (19)
  • Şubat 2024 (19)
  • Ocak 2024 (18)
  • Aralık 2023 (17)
  • Kasım 2023 (14)
  • Ekim 2023 (15)
  • Eylül 2023 (12)
  • Ağustos 2023 (21)
  • Temmuz 2023 (18)
  • Haziran 2023 (13)
  • Mayıs 2023 (9)

    Piketty, yeni Marx ise, ona bir de Mao lazım.

    Güven Sak, Dr.01 Ağustos 2014 - Okunma Sayısı: 1684

    Ben Thomas Piketty’nin ülke içi artan gelir eşitsizliğinin dinamikleri konusunda bakış açımızı zenginleştirdiği kanaatindeyim. Kullandığı verilerle ilgili İngiliz Financial Times gazetesinde gündeme getirilen eleştirilerin ise, haklı olmadığını düşünüyorum. Bugünlerde, Branko Milanovic’in yazdıklarına baktıkça eğer Piketty yeni Marx ise, şimdi ona bir de Mao lazım diye aklımdan geçiriyorum. Gelin isterseniz bir anlatayım.

    Thomas Piketty bir kitap yayımladı. Adı da, üslubu da Karl Marx tadındaydı. 21’inci Yüzyılda Kapital bu yıl çıkan İngilizce versiyonu ile birlikte en çok satan kitaplar listesinde zirvede yerini aldı. Daha da önemlisi, Piketty ile birlikte, gelir eşitsizliği gündemin temel maddelerinden biri olarak görünür hale geldi. Marx tadındaydı, çünkü ortada kocaman sistemik bir mesele vardı. Piketty, kapitalizmin kendi haline bırakıldığında gelir eşitsizliğini nasıl yeniden ürettiğini, unuttuğumuz bir dizi planlama kavramı ile pek güzel anlatıyordu. Aslında küresel kriz ve işgal (occupy) eylemleri ile birlikte, yüzde 1/yüzde 99 karşılaştırmaları alttan alta gündemin en önemli maddesi olmuştu. İnsanlar evlerini kaybettikçe, gelir eşitsizliği zaten daha görünür hale gelmişti. Piketty, olup bitene klasik bir açıklama çerçevesi ve de durumun düzelmesi için ne yapılabileceğine ilişkin bir reçete sundu.

    Şöyle ki bildiğimiz dünyanın ülkelerinde, batıda yani, gelir eşitsizliği giderek artıyordu. Dünya bir nevi Kraliçe Viktorya dönemine geri dönüyor, ikinci savaş sonrasının kazanımları artık ortadan kalkıyordu. Üretim süreci artık eskisi kadar kapsayıcı değildi. Donanımı yeterli olmayanları dışlayan yeni bir üretim süreci vardı. Bir nevi eskisi gibi ortalama bir beceri seti ile ortalamanın üzerinde gelir elde etmek artık mümkün olmuyordu. Bu yeni süreçte toplumun yüzde 1’i servetin artan bir bölümünü kontrol ediyordu. Ama bu bir kader değildi. Bunu sona erdirmek için, geliri yeniden dağıtmak gerekiyordu. Herkes için sağlık ve eğitim ile birlikte, büyüme süreçleri yeniden daha kapsayıcı hale getirilebilirdi. Bu durum herkesin üretim sürecine katılabilmesi için de imkân yaratırdı. Çerçeve işte böyle bir şeydi. Piketty ile 1980 sonrasının çok alıştığımız, “bölüşüme değil, üretime odaklan” anlayışı sarsıldı ve yerine “daha iyi üretim için önce daha iyi bölüşüm gerekir” anlayışı gündeme geldi.  Aynı Marx gibi, Piketty de kapitalist sistemin kendi haline bırakıldığında nasıl gelir eşitsizliğini artırdığını söylüyordu. Ama bunu soyut bir çerçeve ve daha çok batıdan örnekler üzerinden anlatıyordu. Elbette veri neredense, gördüğünüz desen de oraya ait olur. Ben böyle bakıldığında, Piketty’nin aynı Marx gibi daha çok gelişmiş ülkelerde gözlemlediğimiz bir çerçeve geliştirdiği kanaatini taşıyorum. Eğer Piketty yeni Marx ise o zaman şimdi ona bir de Mao gerekiyor. Günlük dilde söylersem, bizim gibi ülkelerde yaşayanları da gelir eşitsizliği analizlerine dâhil edecek daha geniş bir analiz yöntemine ihtiyaç var. Gelir eşitsizliğinin temelinde artık babanızın kim olduğu değil, nerede doğduğunuz meselesi yatıyor. Bize ayıp oluyor.

    Neden? Temmuz başında CUNY’den Branko Milanovic, Luxemburg’ta bir yaz dersi verdi. Sunumun adı Küresel Gelir Eşitsizliği’ydi. Ülkeler arasında gelir eşitsizliğinin kaynakları 1870’den bugüne önemli ölçüde değişmişti. Buna göre 1870’lerde, gelir eşitsizliğinin temel kaynağı sınıfsaldı. Marx, ilk Kapital’i yazarken, sermaye daha ilk küreselleşme dönemindeyken, Kraliçe Viktorya daha Birleşik Krallık tahtındayken, gelir eşitsizliğinin kaynağı ülkenin içindeydi. Babanızın kim olduğu, hangi ülkede doğduğunuzdan daha önemliydi. 1870’lerde gelir eşitsizliğinin dörtte üçü babanızın kim olduğu ile alakalıydı. Hâlbuki 2000’li yıllarda gelir eşitsizliğinin dörtte üçü artık babanızın kim olduğu ile değil, hangi ülkede doğduğunuzla alakalıydı. Piketty’de olmayan çerçeve işte tam da buydu. 1970’lerde herhangi bir ulus devlet içinde geliri yeniden dağıttığınızda gelir eşitsizliğinin önemli bir bölümünü çözüyor olabilirdiniz. Ama artık bu pek de mümkün görünmüyordu. Bizim gibi ülkeler için çıkış yolu tasarlarken, göçü de, kapsayıcı büyüme sürecini de geliri yeniden dağıtacak birer mekanizma olarak dikkate almak gerekiyordu.

    Şimdi bu ne demek? Şu demek: 1988’den 2008’e Türkiye’de gelir dağılımı daha iyiye gitti. En az gelir elde eden grupla, en çok gelir elde eden grup arasındaki fark azaldı. Türkiye bu açıdan bakıldığında, mesafe kat etti. Şöyle demek mümkün: Bütçeden elinde kamu menkul kıymeti tutabilen, tasarrufu olan kişilere yapılan faiz ödemeleri azaldı. Yerini ise daha geniş bir kesimin yararlandığı eğitim ve sağlık harcamaları aldı. IMF’nin sıkı para politikası gelir eşitsizliğini azaltmaya imkân hazırladı. Bu arada, hükümetlerimiz ise tasarruf ettikleri geliri, toplumun daha geniş bir kesiminin yararlanabileceği alanlara aktardılar. İyi yaptılar. Ama bütün bu iyileşmeye rağmen, İsviçre, Türkiye ile kıyaslandığında gelirin daha adil dağıldığı bir ülke konumunda kalmaya devam etti. Rakamlara bakarsanız, Türkiye İsviçre’den yüzde 30 daha az adil bir ülke konumunda. İsviçre’de kişi başı gelir yaklaşık 80 bin dolar, yani bizim 8 katımız. Ama gelir bize göre yüzde 30 daha adil dağılıyor. Bu hep böyle, Türkiye dâhil, gelişmekte olan ülkeler, gelirin daha adaletsiz dağıldığı ülkeler. Gelişmiş ülkelerde gelir daha adil dağılıyor.

    O vakit ne oluyor? Birincisi, vatandaşlık bir nevi rant kaynağı oluyor. Siz o ülkede doğup, ben bu ülkede doğmuşsam ortaya bir tekel rantı çıkıyor. Gelir eşitsizliğinin dörtte üçü buradan çıktığına göre, önemi de yüksek. Ayrıca ben ne yapsam, dışlanıp kalıyorum. Tekel rantı yani. İşte bu nedenle bu Marx’a bir Mao lazım diyorum. Ana çelişki sanki yer değiştiriyor. Babamın kim olduğu, hangi sınıftan geldiğim bir nevi ikinci plana düşüyor. Vatandaşlık rantından çıkan yeni bir çelişki biçimi ortaya çıkıyor.

    İkincisi, gelir eşitsizliğini ortadan kaldırmak, doğrudan küresel sistemin işleyişi üzerine düşünmeyi gerektiriyor. Bütün kararlar merkezdeki gelir eşitsizliğini düzeltmek üzere alınırsa, o vakit, bizim gibi ülkelerdeki yoksullar kimin umurunda olacak? Örneğin bu son dönemde, Amerikan merkez bankası Fed hangimize sorarak bizim gibi ülkelerin büyüme sürecini daha da yavaşlatacak paspaslama (tapering) operasyonuna başladı? Hiçbirimize sormadı.

    Üçüncüsü ise elbette doğrudan küresel yönetişim sistemi ile ilgili bir mesele. Bugüne kadar küresel yönetişim deyince, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi, Dünya Bankası ve IMF yönetiminde rol almayı filan anlıyordu. Hâlbuki bu son paspaslamanın zamanlaması bize “Fed Başkanının seçiminde benim neden bir söz hakkım yok?” sorusunu sordurmalı. Kadın, hayatlarımızı doğrudan etkiliyor ve bize karşı hiçbir sorumluluğu yok. Siz istediğiniz kadar başbakan, cumhurbaşkanı seçin, âleme nizam veriyorum diye kurumlanın. Ben size söyleyeyim: Bir Janet Yellen kadar hükmünüz yok işte.

    Onun için diyorum ki bu gelir eşitsizliği bahsinde Piketty eğer yeni Marx ise şimdi ona bir yeni Mao lazım. Sonra da bize yeni bir tarz siyaset lazım.

     

    Bu köşe yazısı 01.08.2014 tarihinde Radikal Gazetesi'nde yayımlandı.

    Etiketler:
    Yazdır