Arşiv

  • Nisan 2024 (6)
  • Mart 2024 (19)
  • Şubat 2024 (19)
  • Ocak 2024 (18)
  • Aralık 2023 (17)
  • Kasım 2023 (14)
  • Ekim 2023 (15)
  • Eylül 2023 (12)
  • Ağustos 2023 (21)
  • Temmuz 2023 (18)
  • Haziran 2023 (13)
  • Mayıs 2023 (9)

    Şaşırtıcı olan teşviklerin başarısız olması değil, başarılı olmasının nasıl beklendiği

    Hasan Ersel, Dr.19 Kasım 2007 - Okunma Sayısı: 1471

     

    Teşvik denince yolsuzluk akla geldi. Aradan geçen süre boyu nereden nereye geldik diye baktığımızda sonuçtan pek memnun da görünmüyoruz. Tabii her iki noktada da durumu kötü yönde biraz abartıyoruz. Her teşvik alan yolsuzluk yapmadı, Türkiye de epeyce ilerledi.

    Özendirimler, ya da daha yaygın kullanımıyla "teşvikler", 1960'ların başında planlı kalkınmaya geçtiğimizden bu yana günlük yaşamımızın bir parçası oldu. Daha önce yok muydu?  Vardı tabii. Demokrat Parti seçimi kazanıp iktidar olur olmaz ilk işi "Yabancı Sermaye Kanunu" çıkarmak oldu. (1951 tarihli, 5821 no. lu kanun). Amaç yabancı sermayeyi Türkiye'ye gelmeye teşvik etmekti, herhalde. Ama bu yasanın pek işe yaramadığı sonucuna varıldı ve 1954'de 6224 no.'lu "Yabancı Sermayeyi Teşvik Kanunu" çıkarıldı. Sanırım bu kanuna ilişkin tartışmaların, o dönemin ölçülerinde, yoğunluğu bu bağlamda "teşvik" sözcüğünü duymamıza yol açtı. Daha sonraki dönemde, çeşitli adlar altında teşvikler verilmeye devam edildi. Ancak, izlenen iktisat politikası ekonomiyi bir çıkmaza sürüklendiği için akıllarda kalan sadece "Milli Korunma Kanunu" ve onun getirdiği yasaklar oldu. Planlı kalkınma döneminde "teşvikleri" yeniden anımsadık. Anımsamakla kalmadık, neredeyse her alana yaydık.(Galiba karpuza hiç teşvik verilmediydi. Ya da ben fark etmedim. Hep merak etmişimdir: neden acaba?)

    Teşvikler neden verilir

    Niye teşvik verip duruyorduk? Çünkü bazı faaliyetlerin yapılmasının "ülke çıkarlarına" uygun olacağını düşünülüyordu. Bu  cümlede üzerinde durulması gereken birden fazla boyut var. Bunlardan ilki "ülke çıkarı" deyiminin ne anlama geldiği. Örneğin ağır sanayi kurmak mı ülke çıkarına, modern tarıma geçmek mi? Neden? İkinci nokta buna kimin karar vereceği: Sanayicinin görüşüne göre mi hareket edeceğiz? Yoksa çiftçiye, işçiye veya bürokrata mı başvuracağız? Ya da bir yabancı uzmanın önerilerini mi benimseyeceğiz? Aklıma, ilklerden birisi olduğu için "Thornburg Raporu" geliyor. Max Weston Thornburg (1892-1962) ve arkadaşları XX. Century Fund tarafından daha Truman Doktrini açıklanmadan Türkiye üzerine araştırma yapmak üzere gönderilmişler. Çalışmalarını da görece kısa bir süre içinde bitirmişler. Thornburg'un  18 Kasım 1947 tarihinde Sacony Vacuum Oil Company yönetim kurulu başkanı H.F. Sheets'e Bahreyn'den gönderdiği mektuptan kitabın ilk taslağının bu tarihte hazır olduğunu öğreniyoruz. Gerçi mektubunda taslağın Türkiye'ye ulaşmamasını rica ediyor ama Gülten Kazgan "1948 İktisat Kongresi'nde belirtilen bu görüşler 1946'da ABD'nin yardım yapıp yapmama kararını almak için Türkiye'ye gönderdiği Max Thornburg'un raporundaki görüşlerle tam çakışıyordu", diyor. [Gülten Kazgan: Türkiye Ekonomisinde Krizler, İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2005, s. 98-9]. Anlaşılan bu rapor etkili olmuş. Zaten daha sonra da kitap halinde basılmıştır. [M. W. Thornburg, G. Spry & G. Soule: Turkey-An Economic Appraisal, New York: Twentieth Century Fund, 1949].

    1960'lardaki planlama yaklaşımının bu konuya verdiği yanıt açıktı. Tabii ki işin içinde olanlardan bilgi alınacak, bu bilgiler merkezde uzmanlarca değerlendirilecek ve bunlar ışığında iktisat politikası oluşturulacaktı. Uygulama ne oldu? Algılayabildiğim kadarıyla, I. Beş Yıllık Kalkınma Planı süresince özel kesimin plan ve program hazırlıklarına katılma yönünde yoğun ilgisi vardı. Sonra bu ilgi azaldı. Bunda Süleyman Demirel'in "plan değil pilav" sloganını ön plana çıkaran iktidarının mı katkısı oldu, yoksa özel kesimin düş kırıklığı mı, bilemiyorum. Ama ikinci plandan itibaren bu konudaki ilişkiler daha çok somut isteklerin (sektör hatta bazen firma düzeyinde), hükümete ya da bürokrasiye aktarılması biçiminde olmaya başladı. Bu süreç kendi içinde evrime uğradı ama devam ediyor.

    Neden istenen sonuç alınamadı

    Aradan neredeyse 40 yıl geçti. Teşvikler konusunda pek de olumlu izler kalmadı bizlerde. Teşvik denince yolsuzluk akla geldi. Aradan geçen süre boyu nereden nereye geldik diye baktığımızda sonuçtan pek memnun da görünmüyoruz. Tabii her iki noktada da durumu kötü yönde biraz abartıyoruz. Her teşvik alan yolsuzluk yapmadı, Türkiye de epeyce ilerledi. Ama gazeteler, "X firması aldığı teşvikin hakkını verdi" diye manşet atmıyorlar; Türkiye'nin genç nüfusu da 1950'lerde ne durumda olduğumuzu bilmiyor.

    Ama biraz daha sakin bir gözle olaya baktığımızda da bu teşviklerden beklenen sonucu alamadığımızı söylemek olanaklı. Sabancı Üniversitesi öğretim üyesi Alpay Filiztekin ile iki yıl önce yaptığımız bir çalışmada ulaştığımız sonuçlar bizi bu sonuca götürdü. [Hasan Ersel & Alpay Filiztekin: Incentive or Compensation? Government Support for Private Investments in Turkey, Kahire: ECES Tartışma Tebliği, Aralık 2005.]

    Bu konuda görüşme fırsatını bulduğum planlama deneyimi olan hocalarım da teşvikler konusunda benzer kaygıları, gözlemleriyle destekleyerek, paylaştılar. Ya teşviklerin yaptığı hayır ürküttüğü kurbağaya değmemiş ya da amaç başka sonuç başka olmuş!

    Peki neden böyle olmuş? Önce bunun biz özgü bir sorun olmadığının altını çizmek gerek. Bu yönde en başarılı olduğu söylenen Doğu Asya ekonomilerinde bile ciddi sorunlar yaşanmış ve yaşanmaya da devam ediyor. Aslında "gelişmiş" ülkelerde de bu sorunla karşılaşılmıyor değil. Ama bütün bu kaygılar ve eleştirilere rağmen açık ya da örtük teşvik verilmeye devam ediliyor.

    Kurumsal yapı olarak teşvikler

    Teşvik olgusu kurumsal yapı kavramı içinde şöyle ele alınabilir: Merkez (iktisat politikası yapımcısı) iktisadi karar birimlerine belli bir faaliyeti gerçekleştirebilmek için sağlanması gereken koşulları sorar. Bu birimler de gereksinimlerini merkeze bildirir. Merkez bunları toparlar, olanaklarıyla karşılaştırır. Ne sunabileceğini onlara iletir. Onlar da bu durumda ne yapabileceklerini merkeze bildirirler. Bir yerde el sıkışılır. Merkez vereceğini verir, onlar da yapacaklarını yaparlar. [Bu yola iktisatta,  bunu ilk defa 1965 yılında yayınlanan bir yazılarında ortaya koyan iki Macar bilim adamına gönderme yapılarak, Kornai-Liptak Mekanizması adı veriliyor.] Burada da görüleceği üzere işin özünde yatan merkez ile diğer karar alıcılar arasındaki iletişimin "sağlıklı" olması. Daha somut olarak da iktisadi karar birimlerinin doğru bilgi vermeleri. Bu sağlanamazsa, beklenen sonucun elde edilemeyeceği açık.

    Bu yıl Nobel iktisat ödülünü alan üç iktisatçıdan birisi olan Leonid Hurwicz, 1972 yılında yayınladığı ünlü makalesinde şöyle bir soru sormuştu: Herkesin kendi özelliklerini bildiğini varsayalım. Ama diğerleri bunları bilemiyor olsunlar. (Örneğin, yönetici firmasında verimliliği artırmayı engelleyen organizasyon sorunlarını biliyor. Ama bunu dışarıdan bilmek olanaklı değil. Dolayısıyla iktisat politikası yapımcısı da bilmiyor.) Bu durumda, merkez bilgi istediğinde, bu karar alıcının (firma vs.), başkaları ne yaparsa yapsın, kendisine ilişkin bilgileri dürüstçe iletmesini sağlayacak (yani örnekte iç sorunlarını yansıtacak) bir yapı (örneğin teşvik sistemi) kurmak olanaklı mıdır? Hurwicz, söz konusu yazısında, bu sorunun yanıtının kocaman bir "maalesef hayır" olduğunu kanıtlamıştı! [Leonid Hurwicz: On Informationally Decentralized Systems, C.B. McGuire & R. Radner (Der.): Decision and Organization, Amsterdam:North Holland, 1972, s. 297-336.] Konumuz bağlamında bunun anlamı iktisat politikası yapımcısının, teşvik verdiği firmayı tanımadan ve dolayısıyla istenen yönde hareket edip etmeyeceğini bilmeden karar vermekte olmasıdır. Bu teoremin ışığında, şaşılacak olan teşviklerin başarısız olması değil, başarılı olmasının nasıl olup da beklendiğidir. Devam edeceğim.

     

    Bu köşe yazısı 19.11.2007 tarihinde Referans Gazetesi'nde yayınlanmıştır.

    Etiketler:
    Yazdır