Arşiv

  • Nisan 2024 (6)
  • Mart 2024 (19)
  • Şubat 2024 (19)
  • Ocak 2024 (18)
  • Aralık 2023 (17)
  • Kasım 2023 (14)
  • Ekim 2023 (15)
  • Eylül 2023 (12)
  • Ağustos 2023 (21)
  • Temmuz 2023 (18)
  • Haziran 2023 (13)
  • Mayıs 2023 (9)

    Yüksek büyümenin düşündürdükleri

    Fatih Özatay, Dr.28 Mart 2018 - Okunma Sayısı: 2211

    Yarın 2017’de ekonomimizin ne kadar büyüdüğünü öğreneceğiz. Büyümenin oldukça yüksek olacağına dair hiç kimsenin şüphesi yok. Herhangi bir yılın ya da birkaç yılın büyüme oranını bazı politikalarla yükseltmek mümkün. Önemli olan şu: Büyüme oranını yükseltmek için uygulanacak politikaların olumsuz yan etkilere (yüksek dış borç ihtiyacı, yüksek enflasyon, artan riskler ve kaynak bulma yarışı sonucu yükselen faizler gibi) yol açmaması ve dolayısıyla sürdürülemez olmaması.

    Bu çerçevede, iki farklı büyüme oranı kavramı olduğuna dikkat etmek gerekiyor. İlki, herhangi bir yıldaki büyüme oranı. İkincisi, sürdürülebilir büyüme oranı. Sürdürülebilir büyüme oranına iktisatçılar ‘potansiyel büyüme’ oranı diyorlar. Açık ki önemli olan potansiyel büyüme oranı ve o potansiyelin yüksek olması. Şöyle düşünün: 2017’nin yüksek büyüme oranına benzer bir büyüme oranını uzun yıllar sürdürebiliyorsak, zaten gelişmiş ülkelerin kişi başına gelir düzeylerine yaklaşıyoruz demektir.

    Büyüme kuramı çerçevesinde geliştirilen modeller, ülkeler arasındaki kişi başına gelir farklılıklarını teknoloji ve işgücünün eğitim (beceri) düzeylerindeki, sermaye stokundaki ve tasarruf oranlarındaki farklılıklarla açıklıyorlar. Ama bu yeterli değil; daha derine inmek gerekiyor. Şu sorular hala yanıt bekliyor: Neden Çin eğitim düzeyinde, kullandığı teknolojide ve sermaye stokunda atılımlar yaptı da, Nijerya yapamadı? Neden Türkiye, İrlanda ya da Güney Kore gibi sermaye stokunu artıramadı, teknolojisini yenileyemedi, iş yapma biçimlerini değiştiremedi, tasarruf oranını artıramadı, eğitimini yaygınlaştırıp kalitesini yükseltemedi? Bir miktar yaptı da neden onlar kadar yapamadı?

    Daron Acemoğlu ‘Modern Ekonomik Büyüme’ adlı kitabında bu tip sorulara doyurucu yanıt verebilmenin yolunun kurumsal yapıdaki farklılıkları incelemekle mümkün olacağını belirtiyor. Kurumsal yapı denilince hukuk sisteminden, politik sisteme kadar geniş bir yelpaze kastediliyor. Şüphesiz kurumsal yapıdaki farklılıkların önemini vurgulayan çalışmalar sadece bu çalışma ile sınırlı değil. Özellikle Douglass C. North’un çalışmaları önemli. North iktisadi kalkınmada kurumların oynadığı rol üzerine yaptığı araştırmalarla 1993 yılında Nobel ekonomi ödülü kazandı.

    Hangi kurumlar? Daha hızlı ve sürdürülebilir bir şekilde büyümek için ne tür kurumlar oluşturmak gerekiyor? Bu oluşum çok hızlı mı olmalı? Açık ki bu sorular önemli sorular. Dani Rodrik ‘Tek Ekonomi, Çok Reçete: Küreselleşme, Kurumlar ve Ekonomik Büyüme’ adlı kitabında bu sorulara yanıt veriyor. Gruplara ayırmış kurumları. İlk grupta ‘mülkiyet hakları’ var. Ülkelerin istikrarlı bir şekilde büyüyebilmeleri için hem yasal çerçeve olarak, hem de uygulamada mülkiyet haklarını en üst düzeyde gözetiyor olmaları gerektiğinin altını çiziyor. Nedeni açık: Çabanızın karşılığını almalısınız. Çabanız sonucunda elde ettiğiniz getiriler üzerinde söz hakkınız yoksa onları kontrol edemiyorsanız, neden sermaye biriktiresiniz, yenilik yapasınız?

    İkinci grupta ‘düzenleyici kurumlar’ var. Mesela rekabete aykırı davranışları engelleyecek kurumlar oluşturmak gerekiyor. Ya da son küresel krizde gördüğümüz gibi finansal sektörün ileride herkesin başına bela olacak şekilde sorumsuzca risk almasını engelleyen bir kurumsal çerçeveye ihtiyaç var. Üçüncü grupta ‘makroekonomik istikrara ilişkin kurumlar’ geliyor. Para politikasını yürütmekle sorumlu olan merkez bankalarının yapısı nasıl olacak, nasıl çalışacaklar? Maliye politikası nasıl bir yapıda yürütülecek?

    ‘Sosyal güvenlik kurumları’ dördüncü grubu oluşturuyor. Piyasa ekonomisi geliştikçe geleneksel yapı değişiyor; aile içi dayanışma artık yeterli olmuyor. İşsizlik ve yoksulluktan doğan riskleri azaltıcı mekanizmalar tasarlamak gerekiyor. Mesela ne tür transfer politikaları izlenecek? Beşinci grupta ‘çatışma yöntemi kurumları’ var: Hukukun egemenliği, yargının en üst kalitede olması, temsile dayalı siyasi kurumlar, bağımsız sendikalar, serbest seçimler, azınlık haklarını koruyucu kurumlar.

    Peki, her ülke için ‘tek tip’ kurumsal yapı mı? Şüphesiz değil. Zaten kitabın ismi de bu gerçeğin altını çiziyor: ‘Tek Ekonomi, Çok Reçete.’ Ülkelerin özgül koşullarına göre tasarlamak gerekiyor kurumları. Başarılı olmuş ülkeler birbirlerinden farklı yollar izlemişler, kurumlarını farklı biçimde oluşturmuşlar.

    Yarın açıklanacak yüksek büyüme oranına sevinelim. Ama beraberinde getirdiği sorunları gözden kaçırmayalım. Daha önemlisi, bu tip sorunlara yol açmadan 2017 büyümesini uzun yıllar nasıl sürdürebileceğimize, yani potansiyel büyüme oranımızı nasıl yükseltebileceğimize odaklanalım.

    Bu köşe yazısı 28.03.2018 tarihinde Dünya Gazetesi'nde yayımlandı.

    Yazdır