logo tobb logo tobbetu

Köşe Yazıları

Serdar Sayan, Dr. - [Yazarın tüm yazıları]

2062'de haftada kaç saat mesai yapacağız? 12/01/2011 - Okunma sayısı: 3484

 

Bu ayki yazıda neler var?

Acaba diye merak edenler vardır eminim. Geçen sayıdaki yazıyı okuyanlar, bu köşeden aşağı yukarı ne tür bir içerik beklemeleri gerektiğini biliyorlar ama tam olarak hangi başlıkları ele alacağımı bu ilk bölümde açıklayarak başlayayım diyorum. Böyle yapmak, zamanlarını daha etkin kullanmak isteyen okuyucuları, yazının hangi bölümlerini okuyacakları (ya da atlayabilecekleri) konusunda yönlendirmeyi mümkün kılıyor. Modern zamanlarda yaşamanın garip bir cilvesi; teknolojik gelişmeler verimliliğimizi kat kat artırırken, boş vakitlerimiz ve bu arada, hobilerimize ve keyif okumalarına ayırabileceğimiz zaman, verimlilik artışına paralel biçimde bollaşmıyor genellikle. Bunun başka nedenleri de var kuşkusuz ama, çok değişik kanallardan sel halinde akan bilgileri işlemeye çalışma zorunluluğu, kalabalık bir otobüste arka kapıya doğru giden şişman bir adam gibi başka bir çok faaliyetimizi(n önceliğini) ite kaka, arkalara doğru gitmeye zorluyor. Özellikle profesyonel meslek sahipleri ve beyaz yakalı çalışanların daha yoğun biçimde maruz kaldığı bu bilgi seli ile başa çıkmaya yardım etmek üzere, okunması gereken materyali en kısa zamanda okumayı sağlayacak çapraz okuma, atlayarak okuma gibi teknikler de geliştiriliyor; bu teknikleri öğreten kurslar açılıyor.  Bu konu pek çok açıdan önemli ve ilginç. Modern hayatın bir dolu özelliğini, eğilimlerini bu konu etrafında ele almak mümkün. O yüzden bugünkü ana başlığım bu konu, yani artan verimliliğe paralel giden "kronik vakit yetmezliği" olsun diyorum. Bu vesileyle yazılara, makalelere, raporlara ve saire neden bahsedeceğinizi açıklayarak başlamanın niçin iyi bir fikir olduğunu da ele alacağım. (Okurum sana söylüyorum, öğrencim, makalesine hakemlik yapacağım genç meslektaşım sen anla!)

İkinci başlık, geçen ay söz verdiğim üzere ilk yazıdaki "ortak akıl sorusu"na okuyucuların önerdiği kimi cevaplar olacak. Hafızası güçlü okurların hatırlayacağı gibi, gelişmiş ülke olma hali için gerekli ama yeterli olmayan türde niteliksel göstergelerden oluşan bir listeyi hep birlikte oluşturmayı önermiştim. Bu bağlamda, mevcudiyetleri söz konusu ülkenin gelişmiş olduğunu garanti etmeyecek, ama eksiklikleri gelişmiş olmadığını gösterecek türde göstergeler arıyordum. Öte yandan bunların iktisadi büyüklükleri gösteren göstergeler olmasını ve(ya) çok aşikâr şeyler olmasını istemiyordum.  Çok sayıda öneri geldi. Bunların bazılarını bu yazıda ele almak istiyorum; bazılarını da ileride yeri geldikçe kullanacağım.

Son başlık da, önümüzdeki ay ele alacağım bir konuya hazırlık olmak üzere, sizi yine görüşlerinizi paylaşmaya davet ettiğim bir "ortak akıl sorusu" olacak. Şimdi tekrar ana başlığımıza dönersek,

Teknolojik gelişmenin sonucu: Kısalan mesailer mi? Artan işsizlik mi?

sorusu ile başlayabiliriz. Mesela 1960'larda ve 70'lerde fütürologların beklentisi, teknolojik gelişmeler sayesinde artan verimliliğin çalışma saatlerinde sürekli ve kalıcı düşmelere yol açarak günlük/haftalık mesaileri kısaltacağı; giderek  pek çok işin robotlarca yapılır hale geleceği biçimindeydi. Böylece teknolojinin, insanlar için temel sorunu, boş (mesai dışı) vakitlerini nasıl değerlendirecekleri sorusuna dönüştüreceği düşünülüyordu -ki teknolojideki, özellikle de teşhis ve tedavi teknolojilerindeki gelişmeler aynı zamanda yaşam beklentisini de uzatacağı için değerlendirilmesi gereken boş zaman daha da uzayacaktı.

Bu anlayışın popüler kültürde karşılık bulduğu güzel bir örnek, senaryosu 2062 yılında geçen Jetsons isimli çizgi dizi. Amerika'da ilk kez 1962-1963 sezonunda yayına giren (1980'lerde yapılan yeni bölümlerle zenginleşen) ve sonraları (tek kanal, siyah-beyaz TV döneminden başlayarak?) Jetgiller adıyla Türkiye'de de yayınlanan bu komedi dizisinin kahramanları, iki çocuklu bir ailenin fertleriydi. Ailenin çalışan tek üyesi olan baba George'un haftalık mesai süresi (Wikipedia'ya göre) günde 3 saat ve haftada 3 gün esası üzerinden toplam 9 saatti. Ancak George Jetgil, dizinin "Tatil (The Vacation)" başlıklı bölümde, sağ elinin işaret parmağını bir düğmeye bastırıp kaldırmaktan ibaret olan işinden "bu iş beni öldürüyor; günde bir saat, haftada iki gün parmağım çalışmaktan perişan oluyor" sözleriyle şikayet etmişti. Esasen George'un ev kadını olan karısı Jane de daha fazla yorulmazdı çünkü ev işlerini büyük ölçüde emektar robot/hizmetçi Rosie yapardı. Böylece alış-veriş-kolik olan Jane de zamanını büyük ölçüde, alış veriş merkezlerinde George'un haftada birkaç saat mesai karşılığı elde ettiği geliri harcamakla geçirme fırsatı bulurdu.

Jetgiller dizisi, teknolojik gelişmelerin insanları sıkıcı ve yorucu mesai derdinden kurtarıp özgürleştireceğine  duyulan iyimser güveni yansıtan popüler bir örnek ve Luddist görüşün tam zıttı. İsmini bir İngiliz tekstil işçisi olan Ned Ludd'dan alan Luddizm, 1800'lerin başında tekstil endüstrisinde kullanılmaya başlayan otomatik dokuma tezgahlarının, kalifiye tekstil işçilerinin işlerini kaybetmesine sebep oldukları gerekçesiyle, işçilerce tahrip edilmesini takiben ortaya çıkmış bir akım. Luddizm terimi zamanla sanayileşmeye, otomasyona, bilgisayarlara ve genel olarak teknolojik ilerlemeye karşı olmakla eş anlamlı hale geldi.  Bir başka deyişle, teknolojik gelişme-istihdam ilişkisine ilişkin popüler algılar, bir uçta teknolojik gelişmenin getirdiği verimlilik artışlarının işsizlik yaratacağı/işsizliği artıracağı kabulüne dayalı, çok kötümser Luddizm akımından; diğer uçta, Jetgiller çizgi dizisinde hayat bulduğu üzere haftada iki saat çalışmanın (çok tüketim meraklısı) bir aileyi (bile) geçindirmeye yetecek kadar gelir yaratabileceği kabulüne dayalı çok iyimser senaryoya dek geniş bir aralıkta değişiyor. Teknolojik gelişmeler sonucu ortaya çıkan yeni üretim süreçlerinin, tek tek bireylerin işsiz kalmasına yol açtığı örnek durumlar mebzul miktarda mevcut olmakla birlikte, Luddizm akımı ve türevlerinin temel önermesinin toplumsal ölçekte ciddiye alınır yanı olmadığı açık. Yani ilerleyen teknolojinin mümkün kıldığı verimlilik artışları, geniş çapta işsizliğe yol açacak ya da işsizliği artıracak olsaydı dünyanın en gelişmiş ülkelerinin en yüksek işsizlik oranlarına sahip olması gerekirdi -ki bunun böyle olmadığını hepimiz biliyoruz. Zaten çalışanların yerlerine makineleri geçirecek otomasyon süreçleri yüzünden çok büyük çapta istihdam kayıplarının yaşanması, çalışanların gelirinin yaratacağı talebin vazgeçilmez olması dolayısıyla da mümkün değil. Robotlar ve makineler alış-veriş yapmadıkları sürece, ücret geliri ile talep yaratan insanların varlığı kapitalist sistemin bekası için şart.

Yine de, verimlilik artışının mesai saatlerini kısaltması muhtemelen fütürologların ve kurgubilimcilerin beklediği kadar hızlı olmayacak. Yani haftalık mesainin önümüzdeki 50 yıl içinde (ya da Jetgiller'de öngörüldüğü gibi 2062'ye kadar) 2 (hatta 9) saate inmesi, verimlilik artışında öngöremeyeceğimiz çapta büyük sıçramalar olmadığı takdirde hayal gibi gözüküyor. O hızda olmasa da, mesai saatlerindeki azalmaların, insanların mesai dışı zamanlarını  daha keyifli geçirmelerine yönelik ürün ve hizmetleri sunan "hobi endüstrisinin" gelecekte en önemli ekonomik faaliyet alanlarından biri olacağı çok kuvvetle muhtemel gibi gözüküyor. (Seyahat, tur ve tatil hizmetleri satan bir firmanın, çok zekice bulunmuş reklam sloganı olan "hepimiz tatil için çalışıyoruz" ifadesi, gerçeği giderek daha fazla yansıtacak.) Esasen artık sanayi-ötesi toplum diye nitelenen Amerika Birleşik Devletleri'ndeki gidişat da bu öngörüyü destekler nitelikte. Amerika'da pek çok imalat sanayi kolu ya da sektörü zaman içinde küçülür ya da tamamen ortadan kaybolurken, sinema endüstrisinin de içinde bulunduğu eğlence sektörü ciddi  bir büyüklüğe ulaştı. Sektör dünyanın her yerine ihraç ettiği sinema filmleri, diziler, bilgisayar oyunları vb. ürünleri ile büyümeye de devam ediyor.

Özetlemek gerekirse, bunlardan daha önce yararlanan gelişmiş ülkelerde teknolojik gelişmeler uzun dönemde, işsizliğe değil, istihdamın sektörel bileşiminin değişmesine yol açıyor: Bu gelişmelerin imalat sanayinde yarattığı verimlilik ve buna paralel ücret artışları, toplumun maddi ihtiyaçlarının her biri daha yüksek gelir elde eden daha az sayıda çalışan tarafından karşılanmasını sağlıyor. Bu yüksek gelirlerin yarattığı tatil (oteller, restoranlar, ulaşım araçları), eğlence vb. talebi de, imalat sanayinde işgücüne artık ihtiyaç duyulmayan insanların, hizmet sektörlerine geçmesini sağlıyor. Dolayısıyla ABD başta olmak üzere sanayi-ötesi toplumlarda gözlenen eğilimi sanayi istihdamının payının düzenli biçimde azalıp, hizmetler istihdamının payının artması. Teknolojik gelişmeye bağlı verimlilik artışları çeşitli hizmetlerin sunulması için gereken işgücü ihtiyacını da azaltmaya başladığında, mesai sürelerinde kısalmalar daha sürekli ve gözle görülür hale gelecek muhtemelen. İşgücü piyasalarının, bizatihi bu sürecin ortaya çıkardığı boş -ya da mesai dışı- zaman artışının yarattığı ek tatil, eğlence, hobi vs. talebinin karşılanmasını da sağlayacak dinamik dengeleri tam olarak nasıl üreteceğini zaman gösterecek. Bu noktada ilginç bir soru, günlük ya da haftalık mesai süresinin kısalmasını beklediğimiz böyle bir dünyada emeklilik yaşına ne olacağı? Haftalık mesai saatini şimdiden 40 saatin altına indirmiş Fransa, Almanya gibi ülkelerde emeklilik yaşının düşürülmesi söz konusu bile değil; aksine artışlar gündemde. Bunun nedenlerini başka bir yazıya bırakarak, tekrar günlük yaşamda çektiğimiz zaman yetersizliği konusuna döneceğim.

Eğlence endüstrisinin popüler ürünleri arasında, edebi eserlerin sinema ya da dizi uyarlamaları da var.  Okumak, dinlemek ya da seyretmeye göre daha fazla beyin hücresi harcamayı gerektirdiği için, (özellikle güzel Türkiye'mizde) daha az tercih edilen bir entelektüel faaliyet. Dünyanın her yerinde giderek artan sayıda insan,  edebi eserleri okumak yerine filmini ya da dizisini seyretmekle yetiniyor. (Son zamanlarda ortaya çıkan bir başka moda da, ünlü romanların çizgi romanını okumak.) Bunda zihni daha az yorma isteği olduğu kadar, özellikle beyaz yakalı çalışanlar arasında yaygınlaşan kronik vakit yetmezliği sorununun da rolü var kuşkusuz. Nitekim

Verimlik artışları ve boş zamanlar

ilişkisi konusu ne zaman aklıma düşse, bunun aynı yönlü, pozitif bir ilişki olmadığını düşünürüm.  Gerçekten de kişisel deneyimim, bilgisayar ve iletişim teknolojisi ilerledikçe iş yükümün azalmak şöyle dursun, arttığını göstermiştir hep. Gerçekten de profesyoneller arasında yaygın bir pratik, eskiden yapılabilir olmadığı için ele alınmayan gündem-dışı tutulan kimi işlerin, teknolojik gelişme sayesinde yapılabilir hale geldiklerinde, mevcut iş yüküne eklenmesidir. Örneğin benim deneyimim eskiden, zamanın teknolojisi ile çalışan bilgisayarların makul sürelerde çözemeyeceği karmaşıklıktaki genel denge problemleri, bilgi işlem teknolojisindeki ilerleme sayesinde çözülebilir hale geldiğinde; bunları çözmeyi mevcut iş planlarımın içine "sıkıştırmayı" seçmek; eskiden olduğundan daha fazla sayıda konferansa gitmeye kalkışmak vb. biçimimde oldu hep. Çevremdeki başarılı profesyonellerin çoğunluğu da böyle davranıyor. Dolayısıyla nasıl olsa yapılamaz, yetiştirilemez denerek gündem dışı bırakılan işler, teknoloji sayesinde yapılabilir/yetiştirilebilir hale gelir gelmez bu grup insanların gündemine giriyor, ancak bunlara başka işler gündemden çıkartılarak yer açılmadığı için, söz ettiğim profesyoneller sürekli daha meşgul bir yaşam sürmeye, daha kısa tatillerle yetinmeye başlıyorlar. Kısacası teknolojik gelişmenin sağladığı verimlilik artışları bu grup için, daha fazla değil, daha az boş vakit anlamına geliyor.

Kaldı ki, bu eğilimden bağımsız olarak da modern insan (ya da profesyonel ya da beyaz yakalı çalışan), zaten sürekli büyüyen ve şiddetlenen bir bilgi akışına, hatta bilgi seline maruz kalıyor. Gündelik yaşamda okuması/izlemesi beklenen/gereken ya da okumaya/izlemeye zorlandığı  materyal miktarı arttıkça da, giderek şiddetlenen bir zaman yetersizliği sorunu ile boğuşmak zorunda kalıyor. E-postadan, SMS'e; mesleki raporlardan, reklam metinlerine; çeşitli kanallardan akan çeşitli konulardaki duyurulardan, ofis içi yazışmalara; internet sitelerinden, gazetelere kadar uzanan bir günlük okunacak materyal seli altında kalan modern insan için, bu materyali mümkün olan en kısa zamanda okumak önemli bir ihtiyaç olarak ortaya çıkıyor. Nitekim okunması gereken materyali en kısa zamanda okumayı sağlayacak çapraz okuma, atlayarak okuma gibi tekniklerin geliştirilmesinin; bu teknikleri öğreten kurslar açılmasının nedeni tam da bu ihtiyacı karşılamak. Bu çerçevede, yazdıklarını okutmak üzere zaman darlığından muzdarip insanların kısıtlı zamanına talip olan her yazarın, bu kısıtın farkında olması gerekiyor.

Sözü edilen yazı türüne göre değişmekle birlikte, özellikle akademisyen, yönetici gibi kronik zaman yetmezliğini daha vahim boyutlarda yaşayan kesimlere yönelik olarak yazılan yazıların yazarları için bu kısıtın, önemli üslup ve format imaları var. Mesela akademisyenlerin, okuması gereken materyal miktarına kıyasla çok kısıtlı zamanı olan bir grup olması yüzünden hemen hemen bütün akademik dergilerde yayınlanan makalelerin başında bir özet yer alıyor ve pek çok insan söz konusu makalenin okunmaya (ya da kısıtlı zamanı harcamaya) değer olup olmadığına, bu özete bakarak karar veriyor. Yani yazınızı/makalenizi okutmak istiyorsanız öncelikle çok iyi bir özet yazmanız lazım. Keza pek çok kurum ve şirkette hazırlanan raporların başında kısa bir "yönetici özeti"nin yer alması da, yöneticilerin tembelliğinden ziyade, okumaları gereken rapor ve saire ile (ne yazık ki hala) 24 saatten ibaret olan günlerin uyumsuzluğundan kaynaklanıyor. (Bilgisayarlarında sürekli iskambil falı bakıp, yönetici özetlerini bile okumayan yöneticilerin var olduğu bir sır değil tabii ama, bunlar zaten yönetici özetlerinin gerçek hedef kitlesi içinde yer almıyor.)

Bu özet konusu dışında, hedef kitlesi zamanı kısıtlı profesyoneller olan yazarlar söyleyecekleri sözü iyi tanımlanmış soru ve sorunlar etrafında kurgularken, mümkün olduğu kadar sistematik, mantıklı bir akış içinde ama gerektiğinde kompartmanlar halinde okunabilecek bir biçimde söylemek ve bu kompartmanlaştırmanın argüman akışını tümüyle bozmamasını sağlamak gibi zor bir görev ile karşı karşıya. Bu zor görevi kolaylaştıracak çok genel geçer formüller önermek güç ama bu yazının başında söylediğim gibi, her yazıda tam olarak hangi başlıkların ele alınacağını açıklayarak başlamak bu yönde bir adım olur. Yine yukarıda vurguladığım gibi bu, zamanlarını daha etkin kullanmak isteyen okuyucuları, yazının hangi bölümlerini okuyacakları (ya da atlayabilecekleri) konusunda yönlendirmeyi mümkün kılıyor.

Öğrencilerime de sık sık söylediğim (ama çoğunun hikmetini  yıllar sonra idrak edeceğinden kuşku duymadığım önermemde olduğu) gibi, hayat en büyük ve en bağlayıcı  ortak kısıtın zaman  olduğu bir optimizasyon problemleri zinciridir. Her seçiş, bir vazgeçiştir. Okumak üzere zaman ayırmayı seçtiğiniz bir makale ya da, başka bir işi yapmaya ayırabileceğiniz zamanı o işe ayıramamanız anlamına gelir çoğu zaman (ya da tersi).

Geçen ayın ortak akıl sorusu

Olarak, mevcut olmaları söz konusu ülkenin gelişmiş olduğunu garanti etmeyecek, ama olmamaları gelişmiş olmadığını gösterecek türde göstergeler önermenizi istemiştim ama bunların geleneksel iktisadi büyüklük göstergeler olmasını istemiyordum. Bu bir anlamda İktisat ve Toplum'un ilk sayısında Esma Gaygısız'ın ele aldığı mutluluk ölçümleri konusu ile de ilgili bir soruydu. Esma'nın da gayet güzel açıkladığı gibi kişi başına düşen milli gelir düzeyi, en yaygın kullanılan gelişmişlik göstergesi olmasına karşın, sorunsuz bir gösterge değildi. Bazı ülkelerde kişi başına gelirin yüksek olsa da, o ülkede yaşayan insanlar mutlu hissetmeyebiliyorlardı; ya da kişi başı gelirin düşük  olduğu ülkelerde insanlar daha mutlu ve huzurlu olabiliyordu. Bu gözlemlerin doğruluğuna katılmamın yanı sıra enim de çok uzun zamandır kişi başına gelir düzeyinin yeterince iyi bir gösterge olup olmadığı ile ilgili kaygılarım oldu. Mesela petrol ihracatçısı kimi ülkelerde kişi başı gelir düzeyi çok yüksek ama "gelişmiş ülke olma hali" ile ilgili bir şeylerin eksik olduğunu hissettim hep. Bu konuda yalnız da olmadığımı gösteren, Esma Gaygısız'ın geçen sayıdaki yazısında da söz ettiği kolu da kapsyan geniş bir literatür var tabii ama ben çok formel ölçütler peşinde değilim. Benim motivasyonum, yukarıda değindiğim "gelişmiş ülke olma hali"ni tanımlayacak, kimi ayırıcı karakteristikleri okuyucularla birlikte arayarak eğlenceli bir faaliyette bulunabilir miyiz sorusuydu. Bu konuda önerilecek kimi şeyler, ülkelerin "kurumsal karakteristikleri" konusunda da ipucu niteliği taşır diye düşünmüştüm. Nitekim hala da öyle düşünüyorum. Yerimi hemen hemen doldurduğum bu noktada, kurumsal karakteristikler ile neyi kastettiğimi açıklamaya çok uğraşmayacağım. Başka yazılarda, daha ayrıntılı olarak ele alacağım bir konu bu. Yalnız geçen sayının ortak akıl sorusuna gelen kimi cevaplar bu konuda ipucu veriyor zaten.

Genç meslektaşım Aslı Çakın sağ olsun, şu ölçütleri önermiş:

- Çöp/atık toplama sisteminin gelişmişliği/Atıkların geri dönüşüm için ayrıştırılması

- Alışverişlerde kredi kartı kullanma alışkanlığının yüksek olması,

- Doğum kontrol yöntemlerini kendi iradesiyle ve ilgili harcamaları kendi bütçesinden yaparak kullanan nüfus payının yüksek olması,

- Kültür ve sanat festivallerinin sıklığı,

Birinciye katılıyorum ancak son üç kriter, benim istediğimden farklı türde. Yani var ya da yok biçimindeki kriterler değil ama ölçülebilir kriterler. Bu kriterler gelişmiş olanla, olmayanı ayırmaya yardım etme potansiyeline de sahip ama a) sonuncudaki kültür ve sanat festivalleri tamlamasının çağrıştırdığı muğlaklık sorunlu (hangi tür kültür ve sanattan söz ediyoruz?) b) "yükseklik", "sıklık" gibi kavramlara uygun sınırlar getirmek gerekiyor. Bu yapıldığı takdirde ölçülebilir, ülkeleri karşılaştırmakta/yukarıdan aşağı sıralamakta kullanılabilir ölçütler bunlar. Ancak o sınırlar üzerinde uzlaşma sağlamak kolay değil (ben bu yüzden var/yok tipi kriterler istemiştim).

Yani Aslı'nın kriterleri bir anlamda "hassasiyet"ten (precision) yoksun. Nesli imzalı bir başka okuyucunun kriteri ise, belli bir tür "hassasiyet"i gelişmişlik göstergesi olarak alıyor. Nesli hanım otobüs duraklarına, belli bir hatta çalışan otobüsün o duraktan, saat başını 7 geçe, 12 geçe, 28 geçe gibi saatlerde geçeceğini gösteren tarifeler asılabilmesinin ve bu tarifelerin inanılır/güvenilir olmasının ayırıcı bir gelişmişlik göstergesi olduğunu söylüyor. Katılıyorum.

Bu otobüs konusu önemli anlaşılan. Dokuz Eylül Üniversitesi'nden genç meslektaş adayı Mehmet Feridun Sezer de belediye otobüslerinde ayaktaki yolcuların birbirinin haklarına saygı göstererek otobüsün tam ortasında yığılmayıp  boş olan yerlere doğru ilerlemesini bir gelişmişlik göstergesi olarak görebiliriz demiş. Olabilir diye düşünüyorum. Yalnız bu gerçekten doğruysa, çok önemli bir soru bunun neden böyle olduğu. Yani gelişmiş ülkelerde insanlar (otobüste ya da başka yerlerde) gelişmemiş ülkelerdekilerden farklı davranıyorlarsa, onları böyle davranmaya iten nedir? Yaşadıkları ülke onlar böyle farklı davranış kalıplarına sahip oldukları için mi gelişmiştir, yoksa "gelişmişlik" halinin bir takım özellikleri mi onları böyle davranmaya itmektedir ya da böyle davranmalarını mümkün kılmaktadır? Bu konularda cevabı olanlar da paylaşsın.

Gelecek ayın ortak akıl sorusu

Gelecek ayki yazıda yapmayı düşündüğüm tartışmanın ardındaki temel soru, kimi kural ihlalleri ya da kabahatlere verilen cezalar neden yeterince caydırıcı değil sorusu. Yani neden bu ihlal ve kabahatleri, mevcut cezaları artırarak, mesela para cezalarını 10 misline ya da 100 misline çıkartarak önlemeye çalışmıyoruz? Sözgelişi, hız sınırının üzerinde bir süratle araba kullanmanın cezasını 5 bin ya da 15 bin TL yapsak, bu tür ihlalleri önleyip, trafik kazalarını ve bu kazaların sebep olduğu can ve mal kaybını azaltamaz mıyız? Bu soruya cevaplarınızı da bekliyorum. Bu arada bir hatırlatma yapayım. İskandinav ülkelerinde trafik  kural ihlallerine kesilen para cezaları,  ihlali yapanların gelirine göre belirleniyor. Yani hız limitini aşan sürücü Bill Gates ise farklı miktar bir ceza, taksici Jurgen Cabberson ise farklı miktar bir ceza söz konusu oluyor. Dolayısıyla yukarıdaki aşırı süratli araba kullanmanın cezasını neden 15 bin TL  yapmıyoruz sorusunun cevabı "çünkü pek çok sürücü ödeyemez" değil. Türkiye'de de böyle bir sisteme geçmenin avantajları ve dezavantajları konusunda da görüşleriniz varsa, onları da paylaşabilirsiniz. Trafik ihlallerine verilecek para cezalarını, mesela ihlal sırasında kullanılan arabanın değerinin %5'i ya da sürücü maaşlı ise, maaşının %20'sinden hangisi büyükse onu ödemeli gibi bir plana göre belirlemenin avantaj ve dezavantajları nedir? Düşüncelerinizi benimle kısaca paylaşarak, önümüzdeki ayki tartışmaya katkı fırsatı yakalayabilirsiniz.

 

Bu yazı İktisat ve Toplum Dergisi'nin Aralık 2010 sayısında yayımlanmıştır.


 

Paylaş Bookmark and Share

« Diğer köşe yazıları