Arşiv

  • Mayıs 2024 (11)
  • Nisan 2024 (15)
  • Mart 2024 (19)
  • Şubat 2024 (19)
  • Ocak 2024 (18)
  • Aralık 2023 (17)
  • Kasım 2023 (14)
  • Ekim 2023 (15)
  • Eylül 2023 (12)
  • Ağustos 2023 (21)
  • Temmuz 2023 (18)
  • Haziran 2023 (13)

    Ekonomik paket nasıl güçlü olur

    Hasan Ersel, Dr.15 Aralık 2008 - Okunma Sayısı: 1058

    Bir toplumun geleceğine ilişkin ciddi bir program yapmak güçlü teknik bilgi gerektiren zahmetli bir iştir. Buna ek olarak, toplumdaki farklı istek ve eğilimleri anlayabilme, bunları bağdaştırabilme ve ikna etme becerilerine sahip olmak gerekir. Ancak o zaman programın amacına uygun bir biçimde tutarlı olması sağlanabilir ve toplumun desteğini alma ümidi doğar.   İktisadi veriler keyif kaçırdı. İhracat, sanayi üretimi, kapasite kullanımı ve işsizlik rakamları olumsuz sinyaller veriyor. Türkiye ekonomisinin ciddi bir durgunluğa yönelmekte olabileceği kaygısı yaygınlaşıyor. Ekonomimizin dış dünyadaki gelişmelerden üç kanaldan etkilenmesi söz konusu. Bunlar dış ticaret, dış mali ilişkiler ve bekleyişler. Bunlardan ilki ile üçüncüsü arasındaki ilişki üzerinde duracağım. Dünya ölçüsünde ticaret azalmaya başladı. Bunun Türkiye'ye de artık yansımaya başladığını düşünüyoruz. Aslında istatistiklere bakınca şu ana kadar korkulacak bir durum yok. Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) verilerine göre Ocak-Ekim döneminde ihracatımız bir önceki yıla oranla yüzde 33,3, ithalâtımız ise yüzde 29,9 artmış. Peki, neden telaşlanıyoruz? TÜİK verilerinde görülen olumsuz gelişme ekim ayında ihracatımızın, bir yıl öncenin aynı ayına oranla, yüzde 3,1, ithalâtımızın ise yüzde 4,8 düşmüş olması. İhracatımızda 2006 Ekim ayından bu yana, bir yıl önceye oranla azalma hiç olmamış. İthalâtımızda da öyle. Hatta ithalâtta azalma görebilmek için çok daha eskilere gitmemiz gerekiyor. Demek ki, ekim ayında beklemediğimiz ve olumsuz bir şey olmuş. Gerçi pek de önemli bir azalma olduğu söylenemez ama bu "olağan dışı" sayılabilecek sonuç kamuoyunda kalıcı iz bıraktı. Belki de bu nedenle, TÜİK'in daha sonra yayınladığı dış ticaret endekslerinde de daha çok dikkat toplayan, dış ticaret miktar endeksleri oldu. İhracat miktar endeksinin yüzde 6,5 ve ithalât miktar endeksinin yüzde 15,4 oranında gerilmesi ön plana çıktı. Oysa TÜİK birim fiyat endekslerini de yayınladı. Ekim 2008'de ihracat birim değer endeksi yüzde 3,7, ithalât birim değer endeksi ise yüzde 12,6 oranında artmış. Bunlara bakıp ihracatımızın daha değerli mallara yöneldiğini ve ithalâttaki daralmanın da ithal mal fiyatlarındaki yükselmeden kaynaklandığını düşünüp, sevinebilirdik de! Ama ben böyle bir yorum yapan kimseye rastlamadım. Tam tersine genel eğilim, dış ticaret verilerinin dünya krizinin Türkiye'yi etkilemeye başlamasının somut göstergeleri olduğu yönünde.  

    Sanayi üretimi azaldı Sözü bekleyişlere getirmek istiyorum. Bize ulaşan haberleri kendimizce damıtarak türettiğimiz bilgiler olumsuz bir yönelim tablosu çizmemize yol açıyor. Bunun için uzağa gitmeye gerek yok. TÜİK'in yayınladığı Sanayi Üretim Endeksi'nin ekim ayında yüzde 8,5 azalış gösteriyor. Bu azalmanın ihracatla ilgisi var mı, ihracat için alınan siparişlerdeki düşme mi ekim ayındaki ihracatı düşürdü, bunu bilemiyoruz. Ama işlerin iyi gitmediği sonucuna varabiliyoruz. Sanayicilerimiz de böyle düşünüyor olacaklar ki TÜİK'in İmalat Sanayiinde Eğilimler-Kasım 2008 başlıklı dokümanına göre imalat sanayiinde üretim, yurt içi satışlar ve fiyatlarda düşme bekliyorlar. Tüketicilerimiz de farklı durumda değil. TÜİK verilerine göre ekim ayında Tüketici Güven Endeksi bir ay önceye oranla yüzde 8,03 düşmüş. Gelecek aya ilişkin genel ekonomik durum bekleyişini gösteren endekste ise yüzde 10,3 azalmış. Tabii bu istatistikler bugünkü durumu göstermiyorlar. O zaman da bizler bugüne ilişkin bir sonuca varmak için eldeki diğer haberleri kullanıyoruz. Bu haberlerden bilgi türetmeye çalışıyoruz. Kasım ayında ileriye doğru baktığında oldukça kötümser bir tablo çizen sanayiciler ya da tüketicilerin kendilerine ulaşan haberlerin olumlu olanlarına mı, olumsuzlarına mı ağırlık vermelerini beklersiniz? İktisat ve psikoloji alanlarında yapılan araştırmalar, ikincinin olacağını gösteriyor. İnsanların eylemlerinin bekleyişlerinden güçlü bir biçimde etkileneceği, bekleyişlerin ise sonuçta ortama bağlı olarak değişeceğinden hareket edersek ne yapmak gerekir? Akla iki yol geliyor. Bunlardan ilki bizleri (yani Türkiye'de yaşayanları) değiştirmeye kalkışmak. Bazılarının "iyimser ol, kötümserlik yayma" tavsiyesi bu kategoriye giriyor herhalde. Sonuç vereceğini sanmam. İkincisi ise ortamı değiştirmek.  

    Program niçin yapılır Aslına paket ya da program adı altında yapılan tartışmanın özü bu ortamı değiştirme fikrine dayanıyor. Özetle yapılmak istenen, "daha iyi" bir duruma varabilmek için neler yapılacağına ilişkin yeni "kurallar" koymak. Tabii kuralları koymak kolay da bunlara uyulmasını sağlamak o kadar kolay değil. Bir kere "daha iyi" olmanın ne anlama geldiğini tanımlamak gerek. Benim dışımda herkes için daha iyi olan bir durum, benim için neden daha iyi olsun ki? İkinci olarak kuralların, kâğıt üzerinde çok şirin görünmesi sorunu çözmeye yetmez. Yapılabilir olmaları gerekir. Benim gibi altmış küsur yaşında bir insanın temel alışkanlıklarını değiştirecek yeni kurallara uymaya kolayca razı olacağını beklemek safdillik olur. Üstelik bu tür katılıklar şirketler kesimi için daha da geçerlidir. Özetle bir toplumun geleceğine ilişkin ciddi bir program yapmak güçlü teknik bilgi gerektiren zahmetli bir iştir. Buna ek olarak, toplumdaki farklı istek ve eğilimleri anlayabilme, bunları bağdaştırabilme ve ikna etme becerilerine sahip olmak gerekir. Ancak o zaman programın amacına uygun bir biçimde tutarlı olması sağlanabilir ve toplumun desteğini alma ümidi doğar.   İşin bir başka yönü daha var. Böyle bir programı yapacak olan insanlar da bizler gibi geleceği bilemezler, belirsizlik koşullarında bir tasarım yaparlar. Hata yapmaları olasılığı ihmal edilemeyecek kadar yüksektir. Bu durumda da akla iki yol geliyor. Bunlardan ilki, program yapmaktan kaçınmaktır. Bana hükümetin izlediği tutum buna yakın gibi geliyor. İkincisi ise, program yapmak ve bunun yanı sıra programı uygulayacak kadroların programın amaçları ve bütünlüğü konusunda iyi eğitilerek, ortaya çıkabilecek öngörülemeyen gelişmelere çabuk ve doğru çare bulabilecek kapasite yaratmak. İşin ilginç tarafı, hükümet bu seçeneğin ikinci kısmında, yani uygulamada programı izleyebilecek kadroların yetişmesini sağlamak yönünde, aktif görünüyor. Maliye Bakanlığının TOBB Ekonomi ve Teknoloji Üniversitesi ile yürüttüğü bu amaca yönelik bir eğitim programı var. Peki, program yapmak ile yapmamak ne fark eder? Aynı önlemlerin alındığı iki durumu ele alalım. Bunları program çerçevesi içinde kamuoyuna sunmak, ortamı değiştirme konusunda bir siyasal niyet olduğunu gösterir. Ortamın değişebileceği fikri karar alıcıları zihninde yer eder. İnsanlar kendilerini ona göre ayarlarlar. Buna karşılık perakende açıklanan önlemler bu etkiyi yaratmaz. O zaman da alınan önlemler "yama" olarak algılanır. Ortamdan memnuniyetsizliğin yaygın olduğu durumlarda is yamanın tutmaması olasılığı çok yükselir. Başka bir deyişle bu tür önlemelerin toplumsal destek sağlayamaması tehlikesi vardır.  

    'Saygınlık açığı' arttı "IMF ile anlaşma" öyküsünü ben bu bağlamda alıyorum. Hükümet IMF ile anlaşır ya da anlaşmaz. Bu beni o kadar ilgilendirmiyor. Çünkü ben Türk vatandaşıyım. Benim gözümde sorumlu makam hükümettir. Hükümetin ekonomiye yön vermek için kiminle danışacağı kendi sorunu, benim değil! Ama hükümetin bir program yapması ile yapmaması arasında yukarıda değindiğim fark benim için de geçerli. Eğer ortalıkta bir program görürsem, bunun neleri nasıl değiştirmeyi hedeflediğini algılar, kendime göre bazı sonuçlar çıkarır ve daha da önemlisi, davranışlarımı ayarlarım. Bu sonucun ortaya çıkmasının arkasında yatan temel neden ise hükümetin uygulamaya kararlı olduğu bir programının var olmasıdır. Böyle bir programın var olduğunu görmek, algıladığım belirsizliği azaltacak, önümü daha iyi görmemi sağlayacaktır. Algıladığım ya da gördüğümü beğenip beğenmem bu sonucu değiştirmez. Ne var ki, benim bu tutumumu yabancılar paylaşmayacaktır. Onlar, geçmiş deneyimlerin ışığında, IMF ile yapılan bir anlaşmaya önem vereceklerdir. İktisat politikasında "saygınlık açığı" denilen sorun da budur. Türkiye'nin bu açığı doldurmak için IMF ile anlaşma yapmak dışında seçenekleri olabilir mi? Bu sorunun yanıtı bence evet. Peki, bu seçeneklerden şimdi yararlanabilecek durumda mı? Bu soruya ise olumlu yanıt veremiyorum. İki nedenle: İlki küresel ekonominin içinde bulunduğu belirsizliklerle dolu durum. İkincisi ise son iki yılda Türkiye'de izlenen iktisat politikasının "saygınlık açığını" azaltmayıp, artırmış olduğunu düşünmem.

    Program mı, destek mi? İtiraf etmek gerekir ki, program isteklerinin arkasında yatan destek arayışıdır. Krizde sıkıntıya giren kesimler, firmalar ve tüketiciler, devletin kendilerine destek vermelerini isterler. Kendilerine göre önemli gerekçeleri de vardır: İhracatın artırılması, istihdam, sermayenin kaçmaması vs. Bunun anlamı, hükümetin söz konusu istek sahiplerine, kamu kaynaklarının oluşmasına yaptıkları katkılardan (vergi vs.) daha fazlasını aktarması ya da zaten böyle yapılıyorsa, daha fazlasını yapması anlamına gelmektedir. Kamunun kaynakları sınırlı olduğuna göre, sonuçta bu bir başkasının bu kaynağı kullanmaktan mahrum kalması demektir. Mahrum kalanın buna razı olduğunu nereden biliyoruz? Hele henüz doğmamışsa? İşte bu tür sorular hem ABD'de hem de Avrupa Birliği'nde (AB) kamu desteğinin verilmesinin sağlam koşullara bağlanmasını gündemin en önemli maddesi haline getiriyor. Bu koşullardan ilki, kamu fonlarının amaca ulaşıldıktan sonra geri alınmasının sağlanması. ABD'de Kongre'yi üç büyük otomotiv şirketine destek vermekten alıkoyan temel nedenin bu koşulun sağlanmaması olduğu açıklandı. İkincisi ise kamu desteğinin gelecek nesiller (henüz oy vermeyenler) üzerine aşırı yük yüklemesi. Bugünkü neslin farklı grupları arasında seçme yapmaya kalkıştığında ciddi siyasal sorunlarla karşılaşacağını bilen siyasal iktidarlar, yükü borçlanma yoluyla gelecek nesillere aktarmayı umabilirler. Ama insanlar genç bile olsalar, biraz düşününce bu tür kararların kendilerine nasıl bir yaşam yolu çizdiğini algılayabilir ve buna tepki gösterebilirler. Komşumuz Yunanistan'da olup bitenlerde böyle bir kaygının payı yok mu acaba? Almanya görünürde, AB'nin canlandırma planı bağlamındaki eleştirilerini de bu görüşe dayandırıyor.

    Sayın Seyfettin Gürsel'in hafta sonu yayınlanan yazısındaki görüşlere katılıyorum. IMF ile programa ilişkin bir kısmı da hükümet kaynaklı olan, haberler bizlere bilgi sağlamıyor, ama algıladığımız belirsizliği artırıyorlar. İş bununla da kalmıyor konunun özü. Yani karşılaştığımız sorunun ne olduğu, neler yapılabileceği, nasıl yapılabileceği gibi konular tartışılmamış oluyor. Tartışırsak belki anlaşamayız, ama bu bir şeyler öğrenmemize ve bazı hatalardan korunmamıza engel mi?

    Bu yazı 15.12.2008 tarihinde Referans Gazetesi'nde yayınlanmıştır.

    Etiketler:
    Yazdır