Arşiv

  • Nisan 2024 (5)
  • Mart 2024 (19)
  • Şubat 2024 (19)
  • Ocak 2024 (18)
  • Aralık 2023 (17)
  • Kasım 2023 (14)
  • Ekim 2023 (15)
  • Eylül 2023 (12)
  • Ağustos 2023 (21)
  • Temmuz 2023 (18)
  • Haziran 2023 (13)
  • Mayıs 2023 (9)

    Erivan'da Libya fantastik filmleri haftasını izlemek mi istersiniz, Jamaika’da kış sporları yapmak mı?

    Serdar Sayan, Dr.16 Şubat 2011 - Okunma Sayısı: 2685

     

    Yazıda ele alınan konular

    ile başlamayı kural haline getireceğimi geçen yazıda söylemiştim. O sözümü tutuyorum. Ülkeler ya da bölgeler için "gelişmiş olma hali" diye adlandıracağım, kişi başına milli gelir gibi geleneksel ekonomik göstergelerin ölçebileceğinden daha kapsamlı hali tanımlama çabasına bu yazıda da devam edeceğim. Devam etmek diyorum çünkü bu gelişmişlik halini (tanımlamaya yönelik tartışma ve akıl yürütmeleri) bu köşede sürekli olarak tekrarlanacak bir tema, bir leitmotiv olarak tasarlamıştım. Nitekim daha önceki yazılarda da değindiğim bir konu oldu bu.

    Ele aldığım soru temelde, ABD, Hollanda, Japonya, Portekiz gibi farklı coğrafyalarda, farklı kültürel özellikleri olan toplumları barındıran ülkeleri "gelişmiş" ülkeler; Filipinler, Uruguay ya da Suudi Arabistan'ı "o kadar da gelişmemiş" ülkeler olarak adlandırma konusunda var olan geniş çaplı uzlaşmaların neye ya da nelere dayandığı.  Kişi başına gelir düzeyi kesinlikle çok önemli bir ayıraç olduğu halde, mükemmel değil: Mesela Suudi Arabistan bu bakımdan Portekiz'den daha önde geliyor. İktisat ve Toplum'un ilk sayısında Esma Gaygısız'ın bahsettiği mutluluk ölçümüne dayalı alternatif ölçütler bulma çabaları ilginç ama benim derdim, okurları daha niteliksel ve alışılmadık (ama çok da müphem olmayan) kriterler üzerine düşündürmek. Bu yazıda bunu, biri geçen yazıdan devreden iki başlık ya da örnek altında yapacağım. İleride başka yazılarda başka kriterler önermeye de devam edeceğim. Böylece, çok alışılmış biçimlerde olmasa da, ekonomik büyüme ve gelişmenin kurumsal boyutlarından da söz etme fırsatı da bulacağım.

    Buradaki kurumsal kavramını oldukça kapsamlı olarak, tüm ekonomik faaliyetlerin yürütüldüğü sınırları çizen ve tüm iktisat politikası yapma sürecinin içinde gerçekleştiği, kültürel ve geleneksel unsurları da kapsayan hukuki ve örgütsel çerçeveyi tanımlayacak biçimde kullanıyorum. Kurumsal altyapının, ekonomik büyümeyi ve toplumsal refah artışlarını (gelişmeyi) destekleyici ya da engelleyici bir rolü olabileceğini Douglass North ve Daron Acemoğlu başta olmak üzere, onu izleyen yeni kurumsal iktisatçıların yazdıkları sayesinde biliyoruz. Bu konudaki klasik örnek, Kore'nin Kuzey ve Güney olarak bölünüp, halkları aynı tarih, dil ve kültüre sahip olan ama yoluna iki farklı siyasi rejim (kurumlar kümesi) altında devam eden iki ülke haline gelmesinden sonra aralarında, piyasa ekonomisini seçen Güney Kore lehine oluşan refah uçurumu. Bu örneğin de gösterdiği gibi, kurumlar ekonomik büyüme ve gelişme performansını çok radikal biçimde etkileyebiliyor. Kuşkusuz büyüme gelişme sürecinin kendisi de kurumsal dönüşüme yol açabiliyor. (Mesela Güney Kore'deki etkileyici büyümenin yarattığı gelir artışı demokrasiye talebi de artırdı ve belki de o hızlı büyümeyi mümkün kılan askeri diktatörlüklerin dönemi bir daha geri gelmemek üzere kapandı. Bu konuya daha sonraki yazılarımda dönmek kaydıyla şimdilik değinmekle yetineceğim.)

    Bu bağlamda bir ülkede rüşvetin yaygın olup olmadığı da o ülkenin önemli kurumsal karakteristiklerinden biri. Uluslararası Şeffaflık Örgütü'nün ülkeleri, rüşvetin yaygınlığı konusundaki algılara göre değerlendirerek yayınladığı 2010 sıralamasının, geçen ay (ne yazık ki benim yazımı yayına hazırlanmak üzere göndermemden hemen sonra) kamuoyuna duyurulmasının da verdiği ilhamla, rüşvet konusunu ve Türkiye'nin adı geçen sıralamadaki yerini de ele alacağım. Uluslararası Şeffaflık Örgütü'nün sıralamasının yayınlanması gibi oldukça güncel bir olayı ele almakla, İktisat ve Toplum'un yayın politikasına da fevkalade uyan bir denge tutturmuş olacağım. Gerçekten de İktisat ve Toplum'un yayın politikası, değerli editörümüz Ömer Faruk Çolak'ın geçen sayının sunum yazısında son derece veciz biçimde belirttiği gibi "güncelliğin içinde kaybolmadan ancak güncel ekonomik gelişmelerden kopmamak üzerine" kurulu -ki ben de bunun son derece isabetli bir tercih olduğu kanısındayım. Evet yazılarımı dergiye göndermem son teslim tarihini bazen (peki peki, kabul edeyim ki hep) biraz geçiyor ama bu satırları yazarken bile, bilge ve adil editörümüz Ömer Faruk'un "derginin yayın politikasını böylesine benimseyip takdir eden bir yazarın, bu politikayla böylesine uyumlu yazısını beklediğimize değdi" dediğini duyar gibi oluyorum.* Bakalım siz de katılacak mısınız?

    Alışılmamış gelişmişlik kriterleri: Ulusal sinemada fantastik vb. filmler

    Ben bir ülkenin, varsa, ulusal sinemasının, aşk-meşk, macera filmleri veya (bir zamanlar Müjde Ar'ın -bence çok haklı olarak- nefret ettiğini söylediği ifadeyle) 'sosyal içerikli' denen türler dışında film üretebiliyor olmasını önemli bir gelişmişlik göstergesi olarak görüyorum. Yeterince gelişmemiş ülkelerde, korku ya da bilimkurgu filmleri, fantastik filmler yapıl(a)mıyor. Mesela Bangladeş ya da Guatemala'da  "bilimkurgu sineması" mevcut değil. "Bangladeş fantastik sineması" tamlaması bile kulağa sürreal geliyor. Bu sadece bu ülkelerde bu tür filmlerin gerektirebileceği teknik altyapı ve ekipman eksikliğinden kaynaklanmıyor. Daha da önemli (ve teknik altyapı ve ekipman eksikliğinin de ardında yatan) neden, hem bu tür filmleri izlemeye istekli olup, hem de bunun için para vermeye hazır kişi sayısının, bu filmleri kârlı biçimde yapmayı mümkün kılacak kritik büyüklüğe ulaşamıyor olması. Nitekim insanlığın ilk çağlarından itibaren sanatın desteklenebilmesi toplumun, doğrudan karın doyuracak avcılık gibi faaliyetlere ya da tarım gibi üretim süreçlerine katılmayan sanatçıların da karnının doymasını sağlayacak bir hasılat fazlası, bir "artık" üretmesini gerektirdi. Buradan hareketle, Bangladeş ya da Guatemala'da yaratılan toplumsal gelirin, bilimkurgu sineması ile uğraşmak isteyebilecek kişileri doyuracak ve onların bu faaliyeti sürdürmesini sağlayacak artığı henüz yaratamadığını söylemek mümkün. Bu ülkelerde yoksulluk mevcut seviyelerde seyreder ve vatandaşların yabana atılamayacak büyüklükteki bölümü açlık tehdidiyle boğuşurken, bilimkurgu filmlerinin toplumsal kaynak dağılımından pay alamamasını da normal karşılamak gerek hiç şüphesiz. Dolayısıyla ulusal sinemaların bu tür filmler üretmiyor olmasının da ilk bakışta görülmese de, son tahlilde kişi başına gelir düzeyi ile ilgili olduğunu söylemek mümkün.

    Peki bu durumda, bu filmlerin yapıl(a)mıyor olmasının o ülkelerin kişi başına gelir düzeyi ile ölçülen gelişmişlik düzeyinin başka bir yansıması olduğunu ve o kadar da ilginç olmadığını kabul etmemiz gerekir mi? Benim kanım, sorunun o kadar basit olmadığı yönünde. Benim "gelişmişlik hali" dediğim kavramın niteliksel göstergeleri, ülkedeki/bölgedeki vs. ortalama gelirle çok yakından ilişkili (yüksek korelasyona sahip) tamam, ama gelir ile bu halin unsurları arasındaki ilişki göründüğü kadar basit ve tekdüze (monoton) değil. Şöyle düşünün: nasıl oluyor da bu ülkelerde mesela zengin kız-fakir oğlan -ya da tersi- etrafında dönen acıklı aşk filmlerini üreten bir yerli sinema endüstrisini ekonomik olarak ayakta tutmak mümkün olduğu halde, bilimkurgu filmleri için bu mümkün olmuyor? Yani sinema bileti satın almaya istekli ve belli bir bilet ücretini ödeme gücüne sahip insan sayısı biri zengin, diğeri fakir çiftlerin aşk hikayelerini filmleştirmeyi mümkün kılıyor ama daha sofistikesinden vazgeçtim; aynı temanın, dünyalı kız-uzaylı oğlan ya da modern kız-geçmişten gelen zaman makineli prens karşılaşmalarını içeren varyasyonlarına dayalı filmler yapılmasına izin vermiyor. İşte zurnanın zırt dediği yer tam da burası. Kişi başına gelir artarken, ona paralel ilerleyen ama gelir artışına doğrudan bir nedensellik bağı ile bağlı olmayan karmaşık bir süreç işlemeye başlıyor ve bu süreçte toplumun zevkleri de daha sofistike hale geliyor. Bu noktada toplum, günlük hayatta karşılaşılması mümkün olmayan hikayelere dayalı filmler için de yeterli talep yaratacak "gelişmişlik seviyesi"ne geliyor. Bir bakıma "büyüyor" ve zengin kız-fakir oğlan aşkları hikayelerini saçma/sığ ya da naif/"çocukça" bulacak olgunluğa erişiyor. Muhtemelen bu sürecin de ortalama eğitim düzeyinin artması gibi yine gelir artışı ve büyüme ile ilgili yanları var ama bahsettiğim zevk dönüşümü bundan çok daha karmaşık ve tarihsel, kültürel vs. başka boyutları da kapsayan bir süreç.

    Öyle olmasaydı, kişi başına gelir (ve nüfus) açısından uygun gözüken Suudi Arabistan'ın ulusal sinemasının seçkin bilimkurgu, fantastik sinema, korku filmi örnekleri de olması beklenirdi. Oysa yok. Yoksul Ermenistan'ın başkenti Erivan'da bir fantastik filmler haftası düzenlenme ihtimali çok düşük ama düzenlense bile, bu haftanın bir Libya ya da Venezuela fantastik filmleri haftası olması imkansız. Libya ve Venezuela petrol gelirleri sayesinde kişi başına geliri belli bir düzeyin üstünde olan ülkeler olsa da, böyle bu. Kısacası Erivan'da böyle bir haftaya katılma şansınız, tropik iklimin hüküm sürdüğü Jamaika'da slalom yapma şansınızla aynıdır. Yine tam da bu nedenlerle yazdığınız bir "korku filmi" senaryosunu filmleştirecek bir yapımcıyı aramak için de Sahra-altı Afrika'ya gitmezsiniz çünkü bilirsiniz ki oradaki ülkelerde, böyle bir yapımcı olmadığı gibi, bu tür girişimlere mali destek sağlayacak bir kamu kurumu ya da sponsor olacak bir özel sektör kuruluşu bulunma ihtimali de yoktur. Bunu da işin kurumsal boyutuna ilişkin bir not olarak düşüp geçeyim.

    Meramımın doğru anlaşılması için hatırlatayım. Yapmaya çalıştığım, bilimkurgu ya da korku filmleri çevrilmemesinin çok vahim bir sanatsal eksiklik olduğu; fantastik sinemanın çok şahane bir şey olduğu, bu olmadan gelişme olamayacağı vb. normatif iddialar sunmak değil. "Gelişmişlik hali" dediğim(iz) şeyin kimi unsurları üzerine sesli (ya da yazılı) düşünüyorum sadece. Aslında bu "hal" tanımlanması zor, ama görüldüğünde anlaşılan bir şeydir deyip geçmek de mümkün ama bunun kolaylığına kapılırsak, gelişmişlik durumuna giden yolu değiştirme yetisinden yoksun seyirciler olmayı da kabullenmemiz gerekir. Bu pasiflikten kaçınmak için, ilginç ve sorulmaya değer soruları bulmaya çalışmak lazım.

    Bu bahsi kapatmadan önce, Türkiye'nin son 5-6 yıldır bu kritere göre gelişmiş ülkeler arasına katılma yolunda ilerlediğini söyleyebilirim.  Türk sinemasının korku/gerilim/fantastik  film üretimi süreklilik arz etmeye başladı. Esasen dış pazarlarının giderek genişlemesi de, Türk sinemasının olgunlaştığını gösteriyor. Bu arada TEPAV'dan Esen Çağlar'ın sinema-ekonomik gelişmişlik ilişkisine benimkinden farklı, ama ilginç ve eğlenceli bir biçimde ve Türkiye bağlamında baktığı yazısını tavsiye etmeden geçemeyeceğim. Yazı http://www.tepav.org.tr/tr/kose-yazisi/s/2143 adresinde.

    Yine bu temada geçen yazıdan devreden başlığıma dönebilirim şimdi:

    Gelişmişlik halinin bireysel davranışlara yansımaları

    Bu bölümde biraz değişik toplumlarda belli durumlarda gözlenmesi beklenen ortak davranış biçimlerinde, o toplumun ekonomik gelişmişlik düzeyine göre değişen kalıplar ya da düzenlilikler olup olmadığını tartışmak istiyorum. Bu çerçevede değişik ülkelerde, mesela topluca ya da ortaklaşa kullanılmak üzere sunulan mal ve hizmetlerden yararlanma biçimlerine ilişkin olarak gözleyebileceğimiz kimi ortak davranış kalıplarıyla, o ülkelerin ekonomik gelişmişlik düzeyi arasındaki etkileşim üzerine ilginç bulduğum kimi soruları ele alacağım.

    Burada daha genel halini ele alacağım sorulardan birini geçen yazıda, Dokuz Eylül Üniversitesi'nden genç iktisatçı adayı Mehmet Feridun Sezer'den gelen bir gelişmişlik kriteri önerisine atfen seslendirmiştim zaten. Mehmet Feridun belediye otobüslerinde ayaktaki yolcuların birbirinin haklarına saygı göstererek otobüsün tam ortasında yığılmayıp  boş olan yerlere doğru ilerlemesini bir gelişmişlik göstergesi olarak görebiliriz demişti. Burada soru şu: Gelişmiş ülke vatandaşları ortak tüketime konu olan kimi mal ve hizmetleri (mesela toplu taşım araçlarını) kullanırken, gelişmemiş ülke vatandaşlarından farklı (daha nazik, diğerlerinin rahatı ve hakları konusunda daha duyarlı) mı davranırlar? Eğer cevap sıkça iddia edildiği gibi evet ise ve bu cevap doğruysa, iktisatçı olarak bizi asıl ilgilendiren soru bunun neden böyle olduğu olmalı. Yani onları böyle davranmaya iten nedir?

    Ben kişisel olarak, ortak tüketime sunulan kimi mal ve hizmetlerin arzının talebe göre yetersiz olmasının, bu arz yetersizliği ile karşı karşıya olan bireyleri fazlasıyla kendini kurtarma odaklı (ve bu bir kez gerçekleştikten sonra da, etraftakilere tümüyle kayıtsız) hale getirebileceği görüşündeyim. Yani talebe göre çok kısıtlı olan bir arzdan pay almak için sürekli olarak mücadele etmek zorunda kalan ve bundan yorulan bireylerin, başkalarının rahatını, konforunu vs. düşünmeyi önemsemez hale gelmesi beni şaşırtmaz. Buna paralel olarak, göreli bir kaynak bolluğu ile karşılaşan ve dolayısıyla sürekli böyle bir mücadele vermek zorunda kalmayan bireylerin de, başkalarına karşı daha nazik, daha duyarlı olmayı da daha kolay başarabilecekleri kanısındayım. Tıpkı yaşadıkları bölge itibarıyla toprağın ve iklimin kendilerine daha cömert davrandığı, yaşamı temin etmenin nispeten daha kolay olduğu bölgelerde (mesela Ege bölgesinde) yaşayan insanların, yaşam şartlarının daha zor olduğu bölgelerde yaşayanlara göre daha neşeli, şakacı, hoşgörülü ve hoş sohbet olma eğiliminde olmaları gibi.

    Şimdi; gelişmiş bir toplumda yaşayan bireylerin, ortak tüketime konu olan hizmetlerde nispeten daha rahat bir arz-talep dengesi ile karşılaşmasını beklemek çok da yanlış olmaz.  Buradan hareketle bunların, başkalarının rahatı, konforu vs. konusunda daha duyarlı olacakları iddia edilebilir. Bunun doğruluğunu test etmekisteyenleri, Japonya'da çekilen şu görüntülere göz atmaya davet ediyorum:  http://www.kewego.com/video/iLyROoafY-Zi.html . Tokyo'nun aşırı kalabalık olmasıyla ünlü banliyö trenlerine, insanların görevliler tarafından nasıl itiştirilerek, balık istifi sokulduğunu gösteren bu görüntüler sayfalar dolusu yazıda anlatabileceğimden çok daha fazlasını anlatıyor. Bu neredeyse inanılmaz görüntüler bana iki şey söylüyor: Birincisi, bu görüntüdeki insanlar böyle yaptıkları için ayıplanabilirler mi bilmiyorum ama gelişmiş ülke de olsa, trene binmeyi başaranlar bulabildikleri bütün boşlukları doldurmak için özel bir gayret göstermiyorlar. Dolayısıyla, kalabalık toplu taşım araçlarında insanların boşluklara ilerleyip ilerlememe konusundaki davranış farkları gelişmiş/gelişmemiş ülkede farkından ziyade bu tür ortak tüketilen hizmetlerin arzı ile talebi arasındaki dengeden kaynaklanıyor gibi. Bu görüntüler, ikinci olarak da iktisadi değişkenlerle açıklanamayacak, en azından güncel iktisadi değişkenler tarafından belirlenmeyen kültürel unsurların varlığını gösteriyor. Görüntülerde, itilenlerin gayet ağırbaşlılıkla ve hatta tepkisizlikle karşıladığı itmeler, başka pek çok ülkede ve bu arada güzel Türkiye'mizde yaralama amacıyla darptan, teammüden cinayete uzanan tepkilerle karşılaşırdı eminim.

    Gerçekten de bu basit örnekte de görülen davranış farkları ya da benzer durumlarda farklı tepkiler verme eğilimlerinin bir kısmı, yazının başında kurumsal kavramını tanımlarken kullandığım kültürel ve geleneksel unsurlara ilişkin farkların varlığına işaret ediyor. Yani iktisadi süreçlere dışsal olan farklar bunlar. Tarihsel olarak iktisadi süreçlerden etkilenmiş olabilirler ama güncel iktisadi süreçler açısından dışsallar. Bunların kimileri ekonomik büyümeyi körükleyici (mesela birçok Asya ülkesindeki yüksek tasarruf eğilimi gibi), kimileri engelleyici (değişik ülkelerde yolsuzluğu hoş görme eğilimleri gibi), bir kısmı ise herhangi bir etki yapması beklenmeyecek türde olan olabiliyor. Yeni kurumsal iktisadın ilgilendiklerinin birinci ve ikinci gruptakiler olduğunu not edip, bunlardan yolsuzluk konusundaki tavır ve davranışlara ilişkin olarak ülkeler arasında gözlenen farklara geçmek istiyorum.

    Ülkelerin yolsuzluk konusunda farklılaşan tavırları

    Berlin-merkezli  Uluslararası Şeffaflık Örgütü'nün (Transparency International) ülkeleri, rüşvetin yaygınlığı konusunda anketler yoluyla ölçtüğü algılamalara göre değerlendirerek yayınladığı 2010 raporundaki sıralama, kamuoyuna geçen ay (ne yazık ki benim yazımı yayına hazırlanmak üzere göndermemden hemen sonra) duyuruldu.  Rapora göre, yolsuzluğun (ya da yolsuzluk algısının) en az olduğu ülkeler sıralamasında birinci gelen Danimarka'yı izleyen Yeni Zelanda, Finlandiya, Singapur ve İsveç ilk beşi oluşturdu (yani ilk beşten üçü İskandinav ülkesi). Yolsuzluğun yaygınlığına ilişkin algılarının en güçlü olduğu ülkeler ise, para birimi Kyat olan Myanmar (bakınız birinci sayıdaki yazım), Afganistan, Irak, Özbekistan ve Türkmenistan olarak sıralanıyor. (Tüm sıralamayı merak edenler http://www.transparency.org/policy_research/surveys_indices/cpi/2010/results adresine gidebilir.)

    Güzel Türkiye'miz, yolsuzluk konusundaki algıların bir miktar iyileşmesi sonucu 2009'da yer aldığı 61. sıradan 2010'da 56. sıraya yükseldi. Nispi iyileşme umut verici olsa da 56. sıranın övünülecek bir yanı olmadığı açık. Bu sıralamaların nasıl yapıldığına ve yolsuzluğun yaygın olmasının ya da yolsuzlukla yeterince güçlü biçimde mücadele edilmemesinin ekonomik büyümeyi neden yavaşlattığı konusuna daha sonraki yazılarda döneceğim. Ancak burada ülkelerin yolsuzluk konusuna bakışlarında, yolsuzluğu ne ölçüde hoşgörüyle karşıladıklarında önemli kültürel farklar olduğunu belirteyim. Son yıllarda yapılan çalışmalar, bir kültürel (ve dolayısıyla kurumsal) özellik olarak yolsuzluğun ekonomik etkileri üzerine önemli şeyler öğrenmemizi sağladı. Zamanı geldiğinde bu çalışmalardan elde edilen ilginç sonuçlara da değineceğim. Şimdilik yolsuzluğa bakışa ilişkin uluslararası farklar konusunda çok ilginç bir çalışmadan söz etmek istiyorum. Columbia Üniversitesi'nden Ray Fisman ile University of California Berkeley'den Edward Miguel'in ünlü çalışmasından yani.

    Fisman ve Miguel, yolsuzluğun ekonomik büyüme ve gelişmeyi engelleyici etkileri olduğu üzerinde büyük ölçüde uzlaşma sağlandığı, fakat farklı ülkelerdeki kültürel normların, o ülkelerde yolsuzlukla yürütülen yasal mücadelenin etkinliğini nasıl etkilediğinin tam anlaşılamadığı gözleminden yola çıkıyorlar. Kültürel normların bazı ülkelerde yolsuzlukla mücadeleyi zafiyete uğratma potansiyelini ölçmek için, dikkatlerini Birleşmiş Milletler'in New York'taki Genel Merkezi'nde çalışan, dünyanın her tarafından gelmiş diplomatların aldığı park cezalarına çeviriyorlar. Diplomatik dokunulmazlığı olduğu için aldıkları cezaları ödemek zorunda olmayan diplomatların yaptıkları park yasağı ihlallerini, diplomatların vatandaşı oldukları ülkelere  göre  sınıfladıklarında ilginç bulgular elde ediyorlar.

    Bazı ülke diplomatlarının yasak olduğunu bile bile, sırf para cezası almayacakları için araçlarını sürekli yangın musluklarının önü gibi park yasağı olan yerlere park ederek, görevleri gereği verilen yetki ve hakları ısrarla suiistimal ettiklerini gözlüyorlar -ki bu davranış yolsuzluk kavramı için, iktisatta en yaygın kullandığımız "görev gereği verilen yetki ve hakları, kişisel çıkar amacıyla suiistimal etmek" biçimindeki tanım ile birebir örtüşüyor. Fisman ve Miguel bu eğilimin bazı ülke diplomatları arasında çok yaygın olmasına karşın başka bazı ülkelerin diplomatlarının ise bu yola hiç başvurmadıklarını  fark ediyorlar.

    Yerim kalmadı. Cezalandırılma korkusunun olmaması sayesinde, değişik ülkelerden diplomatların yolsuzluğa eğilimli olup olmadıklarına sadece edindikleri kültürel normlar çerçevesinde bakmayı mümkün kılan bu "doğal" deneyden çıkan kimi sonuçları aşağıdaki tabloda, Türk diplomatlarının gurur veren sıralamasına dikkat çekmek dışında bir yorum yapmaksızın sunuyorum.

    tablo

     

     

     

     

     

     

     

     

     

     

     

     

     

    Bu yolsuzluk konusu bitmez. İleride yolsuzluk ile ilgili yazdığımda yine dönerim Fisman ve Miguel'in çalışmasına. Burada yolsuzluktan bu kadar söz etmişken, geçen sayıda sorduğum ortak akıl sorusuna dönmek istiyorum. Bu sefer yeni bir soru sormayacağım çünkü bu soruya gelen cevaplar tatmin edici olmaktan uzaktı ne yazık ki. Bir tek Hacettepe İktisat öğrencisi Cihan Bilaçlı'nın cevabında bir ışık gördüm ama onun da bazı ifadeleriyle kastettikleri ile benim anladıklarım emin olamadım. Cihan'ın cevabına önümüzdeki sayıda döneceğim (belki o zamana kadar o da ilk cevabını biraz daha açık ifade eder).

    Gelecek ayın ortak akıl sorusu

    İktisadi bir perspektifle cevaplanması beklentisiyle sorduğum ortak akıl sorusu, kimi kural ihlalleri ya da kabahatlere verilen cezaların neden yeterince caydırıcı olmadığı. Yani neden bu ihlal ve kabahatleri, mevcut cezaları artırarak, mesela para cezalarını 10 misline ya da 100 misline çıkartarak önlemeye çalışmıyoruz? Sözgelişi, hız sınırının üzerinde bir süratle araba kullanmanın cezasını 5 bin ya da 15 bin TL yapsak, bu tür ihlalleri önleyip, trafik kazalarını ve bu kazaların sebep olduğu can ve mal kaybını azaltabilir miyiz?

    Bu soruya cevaplarınızı bekliyorum ama bir hatırlatma yapayım. İskandinav ülkelerinde trafik  kural ihlallerine kesilen para cezaları,  ihlali yapanların gelirine göre belirleniyor. Yani hız limitini aşan sürücü Bill Gates ise farklı miktar bir ceza, taksici Jurgen Cabberson ise farklı miktar bir ceza söz konusu oluyor. Dolayısıyla yukarıdaki aşırı süratli araba kullanmanın cezasını neden 15 bin TL  yapmıyoruz sorusunun cevabı "insanların ödemeye gücü yetmez" değil.

    Türkiye'de de böyle bir sisteme geçmenin avantajları ve dezavantajları konusunda da görüşleriniz varsa, onları da paylaşabilirsiniz. Trafik ihlallerine verilecek para cezalarını, mesela ihlal sırasında kullanılan arabanın değerinin %5'i ya da sürücü maaşlı ise, maaşının %20'sinden hangisi büyükse onu ödemeli gibi bir plana göre belirlemenin avantaj ve dezavantajları nedir? Düşüncelerinizi benimle kısaca paylaşarak, hem önümüzdeki ayki tartışmaya katkı yapma, hem de meşhur olma fırsatı yakalayabilirsiniz. Benden söylemesi...

     


    * Okurlar zaten görüyorlar ama, Meryem Kocabay ve teknik ekibin de ne kadar yetenekli olduğu ve benim gibi yazılarını zamanında teslim edemeyen yazarların sebep oldukları gecikmeler yüzünden daralan zamanlarına rağmen ne kadar kaliteli bir dergi çıkarttıkları konusuna da değinmeden geçemeyeceğim.


    Bu yazı İktisat ve Toplum dergisinin Ocak 2011 sayısında yayınlanmıştır.

     

     

    Etiketler:
    Yazdır