Arşiv

  • Nisan 2024 (12)
  • Mart 2024 (19)
  • Şubat 2024 (19)
  • Ocak 2024 (18)
  • Aralık 2023 (17)
  • Kasım 2023 (14)
  • Ekim 2023 (15)
  • Eylül 2023 (12)
  • Ağustos 2023 (21)
  • Temmuz 2023 (18)
  • Haziran 2023 (13)
  • Mayıs 2023 (9)

    Hangi çağda yaşıyoruz? Tarihçileri göreve çağırıyorum!

    Serdar Sayan, Dr.06 Nisan 2012 - Okunma Sayısı: 3527

     

    Fatih projesinin tarih dersinde de hala “yakın çağ”ı mı idrak ediyoruz?

    acaba diye merak ettim geçenlerde. Ben ilkokul, ortaokul çağlarındayken tarihi ilk çağ, orta çağ, yeni çağ falan diye giden bir sınıflama çerçevesinde anlatılırdı. O zaman içinde bulunduğumuz döneme de yakın çağ dendiğini öğrenmiştik. Yazıya başlarken internette hızlı bir arama yapıp, (aslında Avrupa tarihi için yapılmış olan) bu sınıflamanın hala değişmediğini görünce şaşırdım açıkçası.[1] Yani şimdilerde ilköğretim okuluna giden çocuklar da, sosyal bilgiler derslerinde tarihsel çağları tıpkı bizim zamanımızdaki gibi sınıflıyor. Fatih Projesi başladı. Sosyal bilgiler dersi tablet bilgisayar kullanarak okutulacak; ama içinde bulunduğumuz çağ, hala yakın çağ olacak. Bütün bu iletişim, internet vs. devrimine karşın, ta benim çocukluğumdan bu yana bir yakın çağı atlayamadıysak işimiz var yani. Tarihçileri göreve çağırıyorum: Bu yakın çağı değiştirmenin zamanı geldi de, geçiyor bence.

    Tamam, adı üstünde çağ bu. Öyle pırt zırt değişmeyeceğinin farkındayım. Koskoca tarihî evrelerin bir-iki kuşak içinde değişeceği şart diye bir kural da yok tabii ki. Yalnız bizim kuşağın gördüklerini/ yaşadıklarını da yabana atmamak lazım diye düşünüyorum. Bu görüp yaşadıklarımızı düşününce, ta 1789 Fransız İhtilali’nden bu yana hala yakın çağda olmak bana biraz tuhaf geliyor doğrusu. Öncesini bir kenara bırakıyorum ama son 20-25 yıldır yaşadıklarımızdan yakın çağı kapatıp, başka bir çağı başlatacak önemde bir şey olmadığı fikrini kabul etmekte zorlanıyorum açıkçası.

    Gayet kişisel bir karşılaştırma ile başlayayım. Bana içinde bulunduğumuz tarihsel dönemin adının yakın çağ olduğunun öğretildiği 1970’li yıllar, hem Berlin Duvarı, hem de Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin (SSCB) dimdik ayakta olduğu ve Soğuk Savaş’ın bütün şiddetiyle sürdüğü; Avrupa Birliği’nin yerinde, Ortak Pazar (yahut AET) denen ilkel bir bölgesel entegrasyonun olduğu; şimdiki AB üyelerinin Avro diye bir ortak para kullanmak şöyle dursun, büyük bölümünün ülke bile olmadığı; Çin’in başında, ülkeyi uluslararası ticarete ve her türlü piyasa faaliyetine kapamak isteyen Mao’nun olduğu yıllardı. Zaten biz de bu yeni çağ, yakın çağ vs. sınıflamasını kara tahta ve tebeşir yardımıyla işlenen sosyal bilgiler dersinde öğrenmiştik. Ben o sıralar, televizyon yayını kapsamındaki Ankara’da yaşayan ve evinde TV olan nispeten şanslı azınlığın bir mensubu olarak haftanın bazı günleri okuldan, o akşam TRT’nin yegâne kanalında 3-4 saat (tabii ki siyah-beyaz) yayın olacağını düşünüp heyecanlanarak çıkma ayrıcalığına sahiptim. Televizyonumuz vardı ama yıllarca süren sıra bekleme faslını bitirip evimize telefon bağlatabilmiş miydik emin değilim. Bilgisayarın ne olduğunu ise bilmezdik. Kelime dilimize bile girmemişti henüz. 1970’lerde bir noktada, Türkçe seslendirilen Uzay Yolu dizisi sayesinde “elektronik beyin” diye bir şeyin var olduğunu fark ettim ama o sırada, yakın çağda yaşadığımızı öğrenmiş miydim hatırlamıyorum. Doğal olarak internet diye bir şey zaten dünyada (fikir olarak bile) mevcut değildi.

    Şimdi ilköğretim çağında olanlar ise, sosyal bilgiler dersinde tarihsel çağları (ve başka şeyleri) tablet bilgisayar ile yapılan, internetli eğitim yoluyla öğrenecekler. Kullandıkları teknoloji Uzay Yolu dizisi senaristlerinin dahi hayal edemeyecekleri kadar marifetli. Öte yandan, bunların içine doğdukları çağ Berlin Duvarı’nın, SSCB’nin ve dolayısıyla Soğuk Savaş’ın artık mevcut olmadığı bir devir. Dünyadaki ticaret hacmi, uluslararası sermaye hareketleri vs.’nin büyüklüğü de 1970’lerde rüyamızda görsek “hayırdır inşallah” diye yataktan zıplatacak mertebede. Tabii bu, artık krizlerin de küreselleşmesi ve yataktan zıplatacak büyüklükte etkiler yaratması anlamına geliyor aynı zamanda. Nitekim kimilerine (bazen temenniyle karışık analizler sonunda) “kapitalizmin sonu geldi” dedirten bir krizden henüz tam manasıyla çıkamadık insanlık olarak. Aradan geçen zaman içinde yükselme (ve genişleme) devrini tamamlayıp gerileme devrine geçen AB derin bir borç krizi içinde kalmış, para birliği tamam mı, devam mı diye tartışıyor.[2] Dahası, andığım borç krizinden kurtulmak üzere satılacak tahvillerin en yağlı müşterisinin Çin Halk Cumhuriyeti olmasının umulduğu bir acayip devir bu. Zaten Çin’in, benim ilkokul yaşlarımdaki hali ile bugünkü hali arasında adı ve dünyanın en kalabalık ülkesi olma unvanı dışında hemen hemen hiçbir ortak özelliğinin kalmadığını söylememe de gerek var mı bilmem. Şu kadarını söyleyeyim sadece: Bizim sosyal bilgilerde çağları falan öğrendiğimiz yıllarda bir dolu insan, AB’nin orijinal kurucuları olan ülkelerin şirketlerinin başka ülkelere yatırım yaparak yürüttükleri üretim, satış yapma vb. operasyonlarını emperyalizm olarak görürdü. “Kahrolsun emperyalizm ve onların (işte çok uluslu şirketlerin vs.) yerli işbirlikçileri” falan diye sloganlar atılırdı.  Çin de bu emperyalizme direnen bir ülke olarak (genellikle) takdir görürdü.

    Çağları tablet bilgisayardan öğrenenlerin devrinde ise, işler tersine dönmüş durumda. Artık Çinli şirketler Amerika’da, İngiltere’de ve diğer gelişmiş ülkelerde şirketler satın alıp, oralarda üretim yapıyor. Gerçi bu ülkelerde “kahrolsun Çin emperyalizmi” sloganları atılmaya başlanmadı henüz ama aradan geçen zamanda dünyanın çok ciddi, çok radikal biçimde bir dönüşüm geçirdiği kesin. Ben kendi payıma “bu kriz kapitalizmin sonunu getirdi mi?” diye soranlara,  “getirirdi belki ama Allahtan Çin Halk Cumhuriyeti var” diye cevap veriyorum. Şaka bir yana, bizim çocukluğumuzda hayal bile edilemeyecek şeylere tanık oluyoruz her gün, ama tablet bilgisayarın ekranında, bizim öğretmenin karatahtaya yazdığı şeyin aynısı yazıyor: Hala yakın çağdayız.

    Şimdi size soruyorum: Bu durum adil ya da normal midir? Yani, son 20-30 yıldır olan bitenler arasında

    Çağ atlatacak gelişmeler

    yok muydu? Bir başka deyişle, son 20-25 yıldır yaşadıklarımız yakın çağı kapatıp, başka bir çağı başlatacak önemde mi değil mi sorusu üzerinde düşünmenizi istiyorum.  Aziz Nesin’in bir hikâyesinde “bir üçgenin iç açıları toplamı 180 derece olmuş, 300 derece olmuş, 5000 derece olmuş ne fark eder; okullarda lüzumsuz şeyler öğretiliyor” diye konuşan öğrenci velisi karakteri gibi “ne önemi var?” demeyin.[3] Bu ilginç ve önemli bir soru bence. Asıl sorun sosyal bilgiler ders kitaplarına yakın çağdan sonra başlayan çağı anlatan bir ünitenin daha eklenip eklenmemesi değil tabii ki. Bunun o dersleri alacak çocuklar dışında kimse için pratik bir önemi olmayabilir. Aşağıda da açıkladığım gibi bu ilk, orta, yeni ve yakın çağ sınıflamasını da yapay ve mekanik buluyorum zaten (ama pedagojik değildir diyemem). Burada sorduğum soruyu asıl ilginç kılan, içinde yaşadığımız dönemlerin ve tanık olduğumuz olayların tarihsel öneminin büyüklüğünü kavramamızı sağlayacak, olması. Mesela son 20-25 yılda yaşadıklarımızın, etkileri açısından, yeni çağdan yakın çağa geçişi sağlayan Fransız İhtilaline kıyasla ne kadar önemli olduğu sorusu cevaplanması kolay olmayan ama ilginç bir soru bence. Daha da genel soru, tarihte (ya da en azından ilk ve orta öğretim okullarında okutulan derslerin müfredatında) yakın çağın kapanıp başka bir çağa geçilmesini sağlamak için ne büyüklükte bir olay (yahut olaylar dizisi) gerektiği sorusu.

    İlköğretim yıllarından hatırlamayanlar için kısaca hatırlatayım: Yazının MÖ 3000’lerde bulunuşundan öncesi taş devri (“Wilmaaa!”), cilalı taş devri, tunç devri falan diye ayrılıyor. Bunlar tarih-öncesi devirler. Tarih yazının icadı ile başlıyor; dolayısıyla Avrupa tarihini oluşturan çağlar da bundan sonrasını kapsıyor. Buna göre MÖ 3000’lerde yazının bulunuşundan itibaren başlayıp Roma İmparatorluğu’nun MS 395’te Batı ve Doğu Roma (yani Bizans) olarak kesin ve kalıcı biçimde ikiye ayrılmasına kadar geçen yaklaşık 35 asırlık süre ilk çağ.[4] Sonra orta çağ geliyor. O da Doğu Roma İmparatorluğu’nun (Fatih’in İstanbul’u fethetmesine bağlı olarak) yıkılmasına kadar sürüp, 30 Mayıs 1453 Çarşamba günü saat 00:01 itibarıyla yerini yeni çağa bırakıyor. Yani, 28 Mayıs 1453 gece yarısından sonra takvim 29 Mayıs’a döndüğünde, Ayasofya’da meleklerin cinsiyeti üzerine hararetli bir tartışmanın ardından yorgun argın yatağına giren bir Bizanslı rahip, sabah top sesleri ile uyandığında hala orta çağda. Top sesleri kesilip gece yarısından sonra, tekrar yatmaya gittiğinde hop, yeni çağa geçilmiş oluyor. Yeni çağ da 336 yıl (1453-1789) sürüyor ama 14 Temmuz 1789 sabahı yeni çağda uyanan Parisliler, Bastille düştükten sonra yataklarına gittiklerinde yakın çağa girmiş oluyorlar.

    Böyle bakınca okullarda öğretilen tarihsel şemanın çok mekanik bir geçiş öngördüğü açık. Olsun. Beni burada ilgilendiğim, bir tarih felsefesi tartışması değil. Halen ortalıkta olan kuşaklara, yukarıda biraz karikatürize ederek tarif ettiğim deneyimi yaşatacak çapta olaylar (ya da süreçler) olup olmadığı: Tarihin akışını, yakın çağda yatağa gidip (yahut senelik izne çıkıp), başka bir çağda uyanmamıza (yahut işe dönmemize) yol açacak kadar değiştirecek etkiye sahip hiç mi bir şey olmuyor? Şimdi ben tarihçilerin (yahut ders kitabı yazarlarının) bizden önce olup biten iki adet dünya savaşını, Bolşevik devrimini, dünyanın iki bloklu hale gelmesini, Soğuk Savaş’ın başlamasını falan yakın çağı bitirecek kadar kayda değer bulmamasına bir şey söylemiyorum. Olabilir. Bizim ortalıkta olmadığımız dönemler için öyle takdir edilmiş deyip geçerim. Ama daha ben ilkokuldayken bile, aya ayak basılmasından sonra “uzay çağının başladığına dair bazı görüşler” vardı. Hadi aya ayak basılması (1969) dünyayı sanıldığı kadar değiştirmedi diyelim –ki bu görüşe ben de katılırım.[5] Ama Berlin Duvarı’nın yıkılması, Sovyetler Birliği ve Varşova Paktı’nın çökmesi, Soğuk Savaş’ın bitmesi de mi (1989-1990) çağ değiştirecek olaylar değildi? Kişisel bilgisayarların, internetin, cep telefonlarının icat olması da mı önemsiz? Hadi bunlar tek tek önemsiz, bunların hep birlikte yarattığı küreselleşme de mi yakın çağı uzak eylemedi? Bu sorular rahmetli Sadri Alışık’ın “Ofsayt Osman” filmindeki repliği gibi “bu da mı gol değil, hâkim bey?” dedirtiyor insana. Gerçekten de

    Tanık olduğumuz olayların tarihsel önemi

    ne kadar büyük acaba? Daha önce de yazdım. Dünyanın bu kadar hızla değiştiği/dönüştüğü bir dönemde, bazı alanlarda neyin gelip geçici, güncel gelişmeler; neyin ise aslında kalıcı, hatta dünyayı dönüştürücü/çağ atlatıcı olmaya aday yeni eğilimlerin (trend), hasbelkader içinde bulunduğumuz günlerde gerçekleşen ilk habercileri olduğunu kestirmek çok güç. Derya içre olup da, deryanın farkında olmayan balık gibiyiz yani.

    Ben lafı daha fazla uzatmadan, ilk ve orta öğretim okullarında kullanılması gerektiğini düşündüğüm tarihsel sınıflama konusundaki pozisyonumu açıklayayım. Bana kalırsa yakın çağ falan bitmiştir. Dünya küresel çağdadır artık. Bu çağın başlangıcı da (tek bir tarih vermek gerekirse) Tim Berners Lee’nin Robert Cailliau ile birlikte ilk internet bağlantısını gerçekleştirdiği 25 Aralık 1990 olur derim ben (ki Sovyet Komünist Partisi de bundan birkaç ay sonra feshedilmiştir). Son krizin küresel çağın başka bir çağa evrilmesine yol açıp açmayacağını ise göreceğiz.

     


    [1] Mesela http://www.webhatti.com/tarih/5648-tarihi-devirler.html adresinde siteye gelen kullanıcı sorularına verilen cevaplar ve diğer kullanıcıların yorumlarına bakın.

    [2] Söz etmeden geçemeyeceğim. Geçen Ekim ayında Brüksel’de yapılan bir toplantıda katılımcılardan birinin “biliyorsunuz Sarkozy Türkiye için ‘imtiyazlı ortaklık’ öneriyor” şeklindeki cümlesine, gayrı ihtiyarî olarak verdiğim “evet ama bu imtiyazdan hangi tarafın yararlanacağı belli değil” cevabı tüm katılımcılar tarafından gülümsemelerle onaylanan bir espri oldu.

    [3] Şimdi adını hatırlayamadığım hikâyedeki söz konusu karakter konuşmasına “bu memleket arıcılıkla kalkınır azizim; çocuklara geometri değil, arıcılık öğretin” diye devam eder.

    [4] Bazı tarihçilere göre bu çağı bitiren asıl olayın seksen yıl kadar sonra, MS 476’da Batı Roma İmparatorluğu’nun yıkılması olduğunu okumuştuk diye hatırlıyorum (ya da rahmetli babam buna benzer bir şey söylemişti). Az önce baktım, Batı Roma da son fiili imparator Romulus Augustulus’un İtalya  Kralı Odoacer’in baskısıyla tahttan indirilmesi ile son bulmuş.

    [5] 1960’larda özellikle 1969’da aya ayak basılmasından sonraki süreçte yaygın olan, teknolojinin çok hızlı ilerleyerek, insanlığın 30-35 yıl içinde ayda koloniler oluşturmasına izin verecek düzeye geleceğine dair “(gereksiz) iyimserlik” bir süre sonra kayboldu. Stanley Kubrick’in başyapıtı 2001: A Space Odyssey ve başrolünü  Görevimiz Tehlike’den tanıdığımız Martin Landau’nun oynadığı Uzay 1999 dizisi bu iyimserlik döneminde çekilen ve 1990’ların sonunda, 2000’lerin başında dünyanın tanınamayacak kadar çok değişeceğini öngören yapımlardı.

     

    Bu yazı İktisat ve Toplum Dergisi'nin Şubat 2012 sayısında (No. 16) yayınlanmıştır.

    Etiketler:
    Yazdır