TEPAV web sitesinde yer alan yazılar ve görüşler tamamen yazarlarına aittir. TEPAV'ın resmi görüşü değildir.
© TEPAV, aksi belirtilmedikçe her hakkı saklıdır.
Söğütözü Cad. No:43 TOBB-ETÜ Yerleşkesi 2. Kısım 06560 Söğütözü-Ankara
Telefon: +90 312 292 5500Fax: +90 312 292 5555
tepav@tepav.org.tr / tepav.org.trTEPAV veriye dayalı analiz yaparak politika tasarım sürecine katkı sağlayan, akademik etik ve kaliteden ödün vermeyen, kar amacı gütmeyen, partizan olmayan bir araştırma kuruluşudur.
İktisatla uzaktan yakından alakası olmayan ama önemli bir soru
konusunda tekrar düşünme ve çocukluğumdan beri aklıma takılan bu soruya, konunun –epey dolaylı biçimde de olsa– uzmanı sayılabilecek kişilerle sohbet ederek cevap arama fırsatı buldum geçen ay. Biliyorum; hem önemli hem de iktisatla alakası olmayan bir soru nasıl olabilir ki diye düşünüyorsunuz. Çok da haklısınız böyle düşünmekte. Ben de böyle iktisadi olmayan ama önemli soru bulmanın ne kadar zor olduğunun farkındayım. Zaten bu bahsettiğim de çocukluktan beri aklımı kurcalayan, dolayısıyla dünyanın iktisadi olaylar etrafında döndüğünün farkında olmadığım “cahiliye devrinden” kalma bir soruydu. İlk kez Uzay Yolu dizisinin TRT’nin tek kanalında siyah-beyaz gösterildiği dönemlerde kafama takılan, ama iktisadi bir yanı olabileceğini o zamanlar idrak edemediğim bir sorudan bahsediyorum: Neden bilim-kurgu filmlerindeki uzaylı karakterleri, çoğunlukla biraz deforme edilmiş dünyalılar (hatta ET karakterinde olduğu gibi insan karikatürleri) görüntüsünde olur?
Tüsiad Ankara ofisinden Barış Urhan’ın girişimleri ve kalabalık bir ekibin (http://tedxtunali.com/#Galeri) desteğiyle Ankara’da ilk kez geçen ay düzenlenen “Duyular” temalı Ted konuşmaları sırasında, bu soruyla başlayan bir sohbet çok ilginç yönlerde gelişti. Bilim-kurgu filmlerindeki uzaylı karakterlerinin çoğunlukla birer kafası, ikişer gözü, kulağı, eli ayağı olan vs. ama işte derisi azıcık farklı ve bu organları biraz deforme edilmiş vs. dünyalılar olarak canlandırılmasının, bir ölçüde artistik yaratıcılık eksikliğinden, bir ölçüde de imkânların kısıtlı olmasından kaynaklandığını zaten biliyordum.[1] Ancak TedxTunalı konuşmaları ve akabinde konuşmacılardan deneysel psikolog Dr. Münire Özlem Çevik ile yaptığımız sohbet sonunda anladım ki bu işi hakkıyla yapmayı arzulasanız bile, kurgusal alternatif yaşam formları tasarlamak o kadar kolay değil. Bir gezegende yaşayan yaratıkların görünümlerinin, o gezegendeki türlerin hayatta kalma mücadelesini verdikleri ortama göre şekillenmesi gerekiyor.[2] Çok acayip görünüşlü uzaylı karakterleri tasarlarsanız, o gezegendeki biyolojik ortamı da buna uygun kurgulamanız gerekir ve bu, set kurma ve dekor maliyetini çok artırabilir.
Set kurma maliyetleri dışındaki nedenlerle de iktisadi bir boyut kazanarak, doğanın veya yaşamın ekonomisi diyebileceğim konular etrafında ilerleyen bu sohbet benim için çok öğretici oldu. Evrim başta olmak üzere, çeşitli doğal süreçlerin kısıtlamalı optimizasyon problemlerinin çözümü suretiyle ilerlediği konusundaki farkındalığımı artıran yeni ve heyecan verici örnekler keşfettim. Bu keşifleri sizlerle de paylaşmak ve kimi bilim felsefesi kavramlarını da kullanarak iktisadın metodolojisi konusunda birkaç gözlemimi dikkatinize sunmak istiyorum.
Zaten bu yazıya Bodrum’da bulunduğum sırada başladım ve İktisat ve Toplum’un bilge editörü, kâmil insan Ömer Faruk Çolak ne derse desin, güncel konulardan uzaklaşma havamdayım. Bu yazıda güncellik adına tek söyleyebileceğim şey yukarıda andığım Uzay Yolu’nun son filmi “Into Darkness”in Haziran başı vizyona gireceği olabilir. Bunun dışında yapabileceğim bir şey yok. Hiç ama hiçbir güncelliği olmasa da heyecan verici bulduğum, bu yazıdaki gibi konulara eğilesim gelmiş. Ancak Ömer Faruk’un, dergiyi Amerika’da süpermarketlerde satılan “tabloid” formatlı gazeteler gibi uzaylı hikayeleri ile dolduracağımı düşünüp yüreğine inmemesi için, yazacaklarıma
Rasyonel tüketici varsayımı ve talep teorisi
ile ilgili söyleyeceklerimi söyleyerek yani iktisadi boyuttan başlayayım. Kimse merak etmesin; uzaylıları deforme dünyalılar gibi görünmekten çıkartmak neden zor konusuna bağlanacak sözlerim.
“Bu öğrenciler de her sene daha gençleşiyor” lafı bizim meslekte, karşınıza gelen öğrencilerin yaşları aynı kalırken sizin yaşlandığınız gerçeğini reddetmek için kullanılan klişe bir şakadır. Hep aynı yaş grupları ile uğraşıyor olmanın da etkisiyle, her sene karşınıza çıkan farklı öğrenci kümelerinin hangi durumlarda ne yapacaklarını, ne soracaklarını, neye itiraz edeceklerini kestirmek –özellikle meslekte yeterince uzun kaldıysanız– iyice kolaylaşıyor. “Final sınavı, vizeden sonraki konuları mı kapsıyor?” (cevap: tabii ki hayır!) ya da “istediğimiz sorudan başlayabilir miyiz?” (cevap: hoff, evet) türü, her sene ve her derste duyacağınız klasiklerin dışında derse, hatta kapsanan konuya özgü demirbaşlar vardır. Mesela lisans düzeyinde mikroiktisat teorisi öğrettiğim sınıflarda, hangi konuyu anlatırken hangi soruların, (genellikle mütereddit bir utangaçlıkla seslendirilse de) hangi itirazların geleceği bellidir.
Bu gruplara tüketici tercihleri ve talep teorisini anlatırken, öğrencilerin aralarında sözleşmiş gibi her sene tekrarladıkları (ve aslında birbiriyle alakalı olan) iki adet soru/yorum/itiraz vardır. Bunlardan birincisi, teorinin her tüketicinin kişisel refahını tüketim tercihleri ile ilişkilendirmekte kullandığı bir analitik alet olan (matematiksel) fayda fonksiyonuna ilişkindir: Kendi kişisel fayda fonksiyonunun üssel mi, doğrusal mı, logaritmik mi, ne olduğunu bilen tüketiciye rastlamadıklarını söylerler. Zaten iktisat okudukları halde, kendileri bile, kendi kişisel fonksiyonlarını bilmiyorlarsa, iktisatçı olmayan faniler nasıl bilecektir? Bu soru/yorum/itirazın biraz farklı bir versiyonu, aynı fayda düzeyine ulaşmayı sağlayan farklı ürün kombinasyonlarını (x-y düzleminde) gösterdiğini benim “iddia ettiğim” kayıtsızlık eğrilerinin elle tutulmaz, gözle görülmez şeyler olduğudur. Hal böyleyken, ben fayda fonksiyonlarının ya da kayıtsızlık eğrilerinin gerçekten var olduğunu nasıl bilebiliyorumdur ki?
Ben buna tipik olarak başka bir soruyla cevap veririm: Bir kâğıdın üstüne birkaç toplu iğne koyup, bunları birkaç santim altta, kâğıda paralel olarak (ama değdirmeden) dolaştıracağınız bir mıknatıs yardımı ile hareket ettirebilir misiniz diye sorarım. Cevapları tabii ki evettir.[3] Sonra, bunun nasıl mümkün olduğunu sorarım. Her sınıfta, bunun mıknatısın manyetik alanı sayesinde olduğunu söyleyebilecek ölçüde fizik bilen, yeteri kadar öğrenci bulunur. Peki bu manyetik alan elle tutulup, gözle görülüyor mudur? Cevapları hayırdır. Ardından son darbem gelir: Peki hal böyleyken manyetik alanın gerçekten var olduğunu nasıl bilebiliyorlardır ki? Bu sorum, bazen bir şeyin varlığını anlamak için kendisini değil ama ortaya çıkardığı sonuçları görmenin yeterli olduğuna ikna olmalarını sağlar. Nitekim teoriler de, sonuçları gözlenebilen doğal ve toplumsal olayların ardındaki görünmeyen nedenleri söylemek için vardır zaten.
Sıra ikinci soru/yorum/itiraza geldiğinde hedefleri, talep teorisinin, tüketicilerin arzuladıkları/ihtiyaç duydukları ürünlere ilişkin satın alma önceliklerini ve satın alınacak miktar kararlarını rasyonel biçimde belirlediği varsayımıdır. Burada rasyonellikten kasıt kısıtlı (sonsuz olmayan) bir gelire sahip olan tüketicinin, bu geliri satın alacağı ürünler arasında elde edeceği faydayı maksimize edecek şekilde dağıtmasıdır sadece ama konuyu anlattığım sınıflarda bu varsayıma itiraz eden birileri mutlaka çıkar. Tüm tüketicilerin aynı ölçüde rasyonel olamayacağı, dolayısıyla bu davranışsal varsayımın geçerli olmayacağı iddiası, muhtelif karşı örnekler zikredilerek seslendirilir. Bireylerin mikroiktisat kuramının varsaydığı anlamda rasyonel olduğu ve faydasını maksimize etme peşinde bilinçli bir biçimde koştuğunu şüpheli kılan örneklerdir bunlar. Bu konu açıldığında verilen tipik (karşı) örnekler de, sağlığa zararlı olduğunu bile bile sigara içen tiryakiler; fiyatı makul ötesi yükseklikte olan ürünleri sırf gösteriş olsun diye satın alan bireyler; yüklü miktarlar kaybettiği halde oynamaya devam eden kumarbazlar ya da gelirini/servetini tüketime harcamak yerine bağış yapan filantropistler ve benzerleridir çoğunlukla. Fayda maksimizasyonu çerçevesiyle tümüyle uyumsuz olup olmadıkları tartışması bir yana, bu örneklere dayalı itirazlarda bir açıdan haklılık payı olduğu bence de su götürmez. Bireyler her zaman, her kararı rasyonel biçimde vermezler gerçekten. Bundan kimsenin kuşkusu yoktur ancak bu itirazlar önemli bir hususu gözden kaçırır: Tüm bireylerin her zaman, her tüketim kararını rasyonel biçimde vermedikleri doğrudur ama bu gerçek, talep teorisini ıskartaya çıkartmamızı gerektirmez. Ben öğrencilerime bunun neden gerekmediğini anlatırken, ünlü bilim felsefecisi Karl Popper’ın metodolojik yaklaşımını iktisada uyarlayan Nobel ödüllü büyük iktisatçı Milton Friedman’ın yaklaşımını kullanırım.
Friedman, bireylerin gerçekten rasyonel olmayabileceğini ama bunun böyle olup olmamasının (mikro)iktisat teorilerinin önermelerinin geçerliliği açısından çok da önemli olmadığını söyler. Çünkü, der Friedman, önemli olan bireylerin gerçekten rasyonel olup olmadıkları değil; bizim onların rasyonel olduğunu varsayarak kurduğumuz (matematiksel) modellerden çıkan tahminlerin gerçek hayattaki gözlemlerle uyuşup uyuşmadığıdır. Mesela talep teorisi (ve dolayısıyla teorinin öngörüleri) bireylerin, satın alma kararlarını, kişisel fayda maksimizasyonu problemlerini kendi bütçe kısıtları altında çözerek verdikleri, yani rasyonel oldukları varsayımına dayalıdır. Ancak, bireylerin talep kararlarını alırken gerçekten rasyonel davranmadığının kesin olarak anlaşılması durumunda bile, talep teorisinden vazgeçmemiz gerekmez. Teori doğru tahminler ürettiği sürece sorun yoktur. Friedman’ın bu görüşünü destekleyen örneklerden biri de, bir saksı bitkisinin yapraklarının davranışıdır.
Bir odada, belli bir miktar güneş alan bir köşeye koyduğumuz (ve kendi başına, daha fazla güneş alabileceği bir köşeye yürüme şansı olmayan) bir saksı bitkisinin her bir yaprağı, en yakın pencereye doğru ve komşu yapraklar arasından, en fazla güneş ışığı alacak biçimde sıyrılmasını sağlayacak istikamette büyür. Bunu hepimiz gözlemişizdir.[4] Friedman’a göre, bu bitkinin belli bir yaprağının, ne yönde ve ne kadar büyüyeceğini tahmin etmemizin istenmesi durumunda yapacağımız en akıllıca şey, o yaprağın davranışını bitkinin rasyonel olduğu varsayımı altında modellemek olur. Bunu yaparken yaprağın sanki, toplam yüzey alanını güneş ışığı miktarına (matematiksel olarak) bağlayan bir amaç fonksiyonu tanımladığını ve bunu, saksının yeri ile diğer yaprakların pozisyonunu veri alarak maksimize etmeye çalıştığını varsayabilirdik. Bu varsayım, yaprağımızın hangi yönde ve ne kadar büyüyeceğini, kabul edilebilir bir doğrulukla tahmin etmemizi sağladığı sürece de, adeta bir kısıtlamalı optimizasyon problemini çözer gibi (sanki rasyonel bir yaprakmış gibi) davrandığını varsaymamız, modelimizi geçersiz kılmazdı. Ben kendi payıma, bu akıllı ve rasyonel yaprağın daha küçücük bir filizken, her gün diğer yaprak kardeşlerine ve gövdeye veda edip, beslenme çantasını da eline alarak gittiği okulda kısıtlamalı (dinamik) optimizasyon problemlerini çözmeyi, Euler denklemlerini vs öğrendiği gibi ek varsayımlar yapmaya da hazırım. Yeter ki modelimiz, yaprağımızın büyüme patikasını yeterince yüksek bir doğruluk payıyla tahmin etmemize izin versin. Dolayısıyla ben talep teorisi açısından da önemli olanın, tüketicilerin gerçekten rasyonel ya da irrasyonel olması değil; teoriyle uyumlu olan talep denklemlerimizin yeterli açıklama ve tahmin gücüne sahip olmasıdır diye düşünüyorum.[5]
Bahsettiğim TEDxTunali konuşmalarından birini dinlerken, bu saksı bitkisi örneğinin ne kadar yerinde olduğunu düşündüm. TOBB Ekonomi ve Teknoloji Üniversitesi’nin yeni kurulan Psikoloji Bölümü’ne katılan Doç. Dr. Münire Özlem Çevik Ted konuşmasında, dünyadaki
Canlıların hayatta kalma stratejileri
bazında ikiye ayrılabileceğini söyledi. Birinci gruba yeri sabit olan, bu yüzden çevresindeki koşullara uyum sağlama sürecinde tek seçeneği biçim değiştirmek olan canlıları koydu. Zaman içinde çıkacak yaprak ya da dal sayısının ne olacağı ve bu yaprakların/dalların hangi yönde yoğunlaşıp uzayacağı sorularının cevabı, güneş ışığına erişim, rüzgâr gibi çevre koşulları ve bunlardaki değişikliklere göre belirlenen ağaçlar ve diğer bitkiler bu grupta yer alıyor. Keza bitkilerin su ihtiyacı, köklerinin de toprağın nispeten daha nemli olduğu yönlere doğru büyüme, yayılma eğilimini doğuruyor. Kısacası bitkiler, gövdelerinin yeri sabit kalmak koşuluyla toprak altında ve üstünde suya ve güneşe yönelerek, rüzgârdan kaçarak vs. dallanıp, budaklanıyor; biçim değiştiriyor. Farklı noktalara, aynı zamanda dikilen aynı türden iki ağacın yüksekliği, dal sayısı, yaprak yoğunluğu bu yüzden farklı oluyor.
Bu sınıflamaya göre ikinci grupta ise, karada, havada ya da suda yaşayan tüm hayvanlar yani biçim değiştiremeyen, ancak gerektikçe yer değiştirebilen canlılar var.[6] Bu ikinci gruptakilerin, göz, kulak, ayak vs. organlarının sayısı ve vücuttaki yerleri sabit olduğundan, bu türler değişen koşullara, bitkiler gibi yeni organlar edinerek değil; yer değiştirerek uyum sağlayabiliyor. Yani bunlar suyun, otun, avın azalması ya da kendilerinin peşinde olan avcı sayısının artması gibi durumlarda, bir bölgeden diğerine göç edebiliyorlar.
Bu sınıflama özünde, canlıların karşılaştıkları kısıtlara göre farklılaşan hayatta kalma stratejilerine dayanıyor. Doğanın verdiği mesaj açık: Hayatta kalma şansını artırmak (maksimize etmek) için yerini; bu mümkün değilse, biçimini değiştir. Çevre koşullarına pasif biçimde uymak yerine, o koşulları değiştiren teknolojiler geliştirebilen modern insanın bu bağlamdaki durumu biraz daha karışık ama yeni organ üretemeyen bir organizma olması itibarıyla, insanı da biçim değiştiremeyen canlılar grubuna dâhil etmekte beis yok bu bağlamda.
Peki biçim değiştiremeyen türlerin mevcut biçimleri hayatta kalma açısından yeterince avantaj sağlıyor mu? Yahut, bu türlerin mevcut fiziksel yapılarında iyileştirme yapılamaz mıydı? Mesela belgesellerde, arkadan haince sokulan çita, aslan vs.’ye, kısa bir kovalamacadan sonra yakalanıp yem olduğunu üzülerek izlediğimiz o sevimli ceylanlar, arkada üçüncü bir göze ya da ikinci bir buruna sahip olsalardı, daha iyi olmaz mıydı? Öyle ya, bu kovalamacayı o gaddar suratlı, sevimsiz kedilerin kazanmasının en önemli nedeni, ceylanın arkadan yaklaşan tehlikeyi geç fark etmesi olduğuna göre, üçüncü bir göz çok işe yaramaz mıydı? Özlem bunun çözüm olmayacağını söylüyor. Ona göre, kafanın arkasında yer alacak ek bir duyu organından gelecek sinyalleri iletmek için gereken ek sinirler ve bunların ilettiği sinyalleri işlemek için beyinde ihtiyaç duyulacak ek yer ihtiyacı, kafanın ciddi oranda büyümesine yol açardı ve bu da ceylanın koşma hızını yavaşlatarak, daha bile kolay yem olmasına yol açardı.
Aslında bu, kafanın arkasındaki bir duyu organından gelen sinyalin hayatta kalma açısından yaratacağı ek faydanın, o duyuyu eklemenin maliyetini karşılamayacağı anlamına geliyor. Yani doğa akıllı bir ekonomist gibi fayda-maliyet analizleri yapıyor adeta. Ek bir duyu organına kavuşmak, kafanın büyümesine ve onu taşımanın zorlaşmasına yol açarken, bu maliyete katlanmanın avantajı kısıtlı olacaksa o organ oluşmuyor. Özlem ile Ted konuşması sonrası yaptığımız sohbette başka örneklerden de bahsettik. Mesela karada yaşayan etobur avcıların iki gözü var ve bunlar kafanın ön tarafında yer alıyor. Tek yerine yan yana iki göz olması üç boyut algısını güçlendiriyor ve avın üstüne sıçrarken, sıçramanın kısa ya da uzun düşmesini engelliyor ve doğru noktaya hamle etmeyi kolaylaştırıyor.[7] Doğru anladıysam iki gözün önde olması, görüş açısını daraltıyor ama bu kaybı, gözün odaklanma yeteneğini ve gördüğü görüntünün çözünürlüğünü yükselterek telafi ediyor. Hayatları bu zalim etoburlardan kaçabilme yeteneklerine bağlı olan zavallı otoburların ise kafalarının iki yanda birer gözleri var. Bunların görüşü, odaklanma ve çözünürlük açısından avcıları kadar iyi değil ama gelebilecek tehlikeleri daha geniş bir görüş açısıyla tarayabiliyorlar. Bu örnekleri artırmak da mümkün.[8] Kısaca söylemek gerekirse her tür, evrim sürecinde, beslenme biçiminin, yaşadığı coğrafyanın vs. empoze ettiği kısıtlar altında, hayatta kalma şansını maksimize edecek optimal yapıya doğru evrilmiş gibi gözüküyor.
Böyle bakıldığında, canlıların en çok ihtiyaç duyduğu duyulardan gelecek sinyalleri işleyecek bir beyini uygun büyüklükte bir kafanın içine yerleştirmek durumunda olan doğanın problemi, sesli görüşme, SMS alma/yollama, Wi-Fi/3G erişimi ile fotoğraf makinesi ve video kamera ve diğer özellikleri küçük bir cep telefonuna sığdırmaya çalışan ve yer kısıtı yüzünden bunlardan bazılarında daha yüksek performanstan, diğerleri lehine vaz geçmek zorunda kalan bir tasarım ekibininkine de benziyor. Kısacası doğal seleksiyon süreci rasyonel bir en iyileyici (optimizer) gibi çalışarak yer değiştirebilen türlerin fiziksel yapılarını, kısıtlar altında av yakalama şansını maksimize edecek yahut av olma olasılığını minimize edecek biçimde şekillendirmiş. Her halükarda amaç fonksiyonu, hayatta kalma ve nesli sürdürme olasılığını maksimize etmek olarak tanımlı.
Sonuç olarak, yukarıda talep teorisi bağlamında açıkladığım gibi, iktisatçıların insanların ekonomik karar alma davranışlarını modelleme yaklaşımı, doğal süreçlerdeki bu kısıtlamalı optimizasyon çerçevesine paralel. Nitekim okullarda okutulan (ana akım) mikroiktisat derslerinde kapsanan başlıkların her birinin ardında, bu türden kısıtlamalı optimizasyon problemleri vardır: Gelir ya da bütçe kısıtı altında tüketeceği ürün sepetini, elde edeceği faydayı maksimize edecek şekilde seçmeye çalışan rasyonel tüketicilerin dışında; aldığı bir siparişi karşılamak için üretmesi gereken miktarı minimum maliyetle üretmesini sağlayacak girdi kombinasyonunu seçmeye çalışan firmalar; teknoloji kısıtı altında, kârını maksimize etmek üzere kullanması gereken girdi miktarlarına karar vermeye çalışan işletmeler; toplam doğal kaynak ve üretim faktörü kısıtları altında, refahını maksimize etmeye çalışan toplumlar ve benzeri problemler de hep bu çerçevede ele alınır. Neoklasik genel denge teorisi de, piyasa ekonomisinde üretim ve tüketim kararlarını alan birimlerinin birbirlerinden bağımsız olarak çözdükleri kısıtlamalı optimizasyon problemlerinin nasıl birbirini tamamlayan çözümler üreterek ekonominin tüm mal, hizmet ve faktör piyasalarını eş anlı olarak dengeye getirdiğini anlatır. Yani mikroiktisadın analitik çerçevesinin temelini, karşılaştıkları kısıtlar altında, kendi çıkarlarını maksimize eden rasyonel bireylerin davranış biçiminin oluşturduğunu bir kez kavrayan akıllı bir iktisat öğrencisi çok rahat eder çünkü bu, karşılaşacağı bütün başlıkların özünde aynı genel kısıtlamalı en iyileme çerçevesinin özel örnekleri olduğu anlamına gelir.[9]
Son sözü söylemem gerekirse, teorinin gözlenmiş davranışların ardında yatan nedenlere ilişkin açıklaması, şimdiki ve gelecekteki davranışlara ilişkin gözlemlerle uyumlu olduğu sürece, dayandığı varsayımların gerçekçi olması şart değildir. Bu yüzden de talep teorisi, talep edilen miktarın gerek ilgili ürünün, gerekse rakip ya da tamamlayıcı ürünlerin fiyatlarındaki olası değişikliklere, tüketicilerin alım gücündeki oynamalara vb. nasıl ve ne kadar tepki göstereceğini açıkladığı ve doğru biçimde kestirmemizi sağladığı sürece, tüketicilerin akıllı-uslu ve ağır başlı ya da çılgın, takıntılı ya da kayıtsız, kurnaz ya da saftaron olmasının çok önemi yoktur. Ancak bunun başka yazılarda da dönülmeyi hak edecek kadar ilginç bir konu olduğunu kaydetmeliyim. Mesela Veblen malı dediğimiz, fiyatı arttıkça talebi (gösteriş etkisi yüzünden) artan kimi marka ürünlerin (Rolls Royce ya da Bentley otomobiller; Louis Vuitton ya da Hermès Birkin çantalar vb.) buraya dek çizdiğim, rasyonel tüketici varsayımına dayalı çerçeveye uyup uymadığını başka bir yazıda ele alacağım. Keza kendisi de TedxTunalı konuşmacıları arasında yer alan ünlü davranışsal ekonomist Dan Ariely ve diğer deneysel/davranışsal ekonomistlerin çalışmalarından elde ettikleri ve tüketicilerin rasyonellik dışı ama tahmine imkân verecek düzenlilikte tekrarlanan davranış kalıpları olduğunu gösteren çok ilginç bulgularını da o yazıda tartışacağım. Merakla bekleyin.
[1] Bazen de yeterli yaratıcılık (fazlasıyla) mevcut olsa bile, bizim “Dünyayı Kurtaran Adam” filminin yapım ekibinin karşılaştığına benzer altyapı eksiklikleri, bunu sergilemeye izin vermeyebiliyor tabii.
[2] Uzay Yolu’nu seyrederken kafama takılan başka bir soru Kaptan Kirk ve arkadaşlarının indiği her gezegende neden sadece bir halk olduğuydu. Dünyalılar Türkler, Amerikalılar, Japonlar vs. gibi halklardan oluşurken, Atılgan’ın gittiği gezegenlerin her birinin Klingonlar, Romulanlar gibi birer halkı vardı tipik olarak. Ayrıca dünyada insanların yanı sıra çeşit hayvanlar ve bitkiler yaşarken, bu gezegenlerde insan muadili, zeki bir tür ile bir miktar bitki görürdük sadece. Nitekim bilim-kurgu filmlerindeki gezegenlerde, bizim hayvanların muadili farklı türlere neredeyse hiç rastlanmaz nedense. (Bu konuda görüşü olanlar bana yazabilir.)
[3] Bundan böyle TOBB ETÜ Elektrik Mühendisliği bölümünden Dr. Ali Bozbey’in hazırladığı şu videoyu seyrettireceğim bu soruyu sormadan önce: https://www.youtube.com/watch?v=e3UbuuLuMto
[4] Benim ofisimdeki saksı bitkileri sadece güneşe yönelmeyi bıraktı; ayaklanıp bir su musluğu aramaya çıkacaklar neredeyse. Hatta yazının başlığında adı geçen sardunya kazandığı tecrübe ile Survivor yarışmasına katılımcı başvurusu yapacak hale geldi.
[5] Davranışsal ekonomistlerle deneysel ekonomistlerin bu konuyla ilgili yaklaşım ve bulgularına başka bir yazıda değineceğim.
[6] İribaştan kurbağaya, tırtıldan kelebeğe dönüşen hayvanlar da biçim değiştirdiği için Özlem’in kriteri bitkilere özgü olmaktan çıkıyor. Keza bukalemun gibi, hem kamuflaj amaçlı renk değişikliklerine, hem de yer değiştirme becerisine dayalı bir hayatta kalma stratejisi izleyebilen canlılar var. Bunların yaratacağı kafa karışıklığından kaçınmak üzere, bu “biçim değiştirme” kriterini “ekstra organ üretebilme” kriteri olarak okumakta fayda var sanırım.
[7] Bu noktayı daha iyi anlamak için; işaret parmaklarınız yere paralel olarak dışarı uzanacak şekilde kollarınızı iki yana açın. Sonra bir gözünüzü kapatın ve işaret parmaklarınızın uçlarını tek bir kavis çizerek, açık olan gözünüz hizasında birleştirmeye çalışın. Bunu birçok defa tekrarladığınızda, bazı denemelerde parmaklarınızın değecek gibi gözüktüğü halde değmeyeceğini fark edeceksiniz.
[8] Ayrıca ceylanlar, tavşanlar gibi pek çok otobur, kafanın arkasında göz olmamasından kaynaklanan erken uyarı eksikliğinin dezavantajlarını, hızla koşarken rassal ve ani zigzaglar çizmelerine izin veren beyin ve sinir sisteminin sağladığı kaçış avantajları yoluyla telafi edebiliyormuş.
[9] Makroiktisatta ele alına konulara nasıl yaklaşılması gerektiği konusunda mikroiktisattaki kadar yaygın bir uzlaşı yoksa da, yaygın benimsenen ekollerden biri olan yeni klasik iktisat, makroiktisadi analizin de bu çerçevede yapılması gerektiğini söyler.
Bu yazı İktisat ve Toplum dergisinin Mayıs-Haziran 2013 sayısında (No. 31-32) birleşik sayısında yayınlanmıştır.
(Yayınlanan versiyonun PDF kopyasına ücretsiz erişim için:
http://www.efilyayinevi.com/tr/urun/s/473/Iktisat+ve+Toplum+Dergisi+sayi+31-32/)
Burcu Aydın, Dr.
09/11/2024
Fatih Özatay, Dr.
08/11/2024
Fatih Özatay, Dr.
06/11/2024
M. Coşkun Cangöz, Dr.
03/11/2024
Burcu Aydın, Dr.
02/11/2024