Arşiv

  • Nisan 2024 (6)
  • Mart 2024 (19)
  • Şubat 2024 (19)
  • Ocak 2024 (18)
  • Aralık 2023 (17)
  • Kasım 2023 (14)
  • Ekim 2023 (15)
  • Eylül 2023 (12)
  • Ağustos 2023 (21)
  • Temmuz 2023 (18)
  • Haziran 2023 (13)
  • Mayıs 2023 (9)

    Rekabet kurumu 10 yaşında

    Hasan Ersel, Dr.16 Nisan 2007 - Okunma Sayısı: 1337

     

    Rekabet yaşamın ayrılmaz bir parçası olduğu halde insanların hoşlandığı bir şey değildir. Rakip sevgili değildir. Kişi, rakibi ile ömür boyu yaşamayı değil, ondan kurtulup işine tek başına devam etmeyi düşler. İşte Rekabet Kurumunun görevi bu bozuklukların ortaya çıkmasını engellemek, ya da ortaya çıktıklarında gerekli önlemleri alarak ortadan kalkmalarını sağlamaktır.

    "Zaman ne kadar hızlı geçiyor" derler ya... Doğru. Rekabet Kurumu kurulalı tam 10 yıl olmuş! Bir kurumun ömrü düşünüldüğünde ise 10 yıl hiçbir şey. 10 yıllık bir kurum daha bebeklik aşamasında sayılır. İşte bu açıdan bakıldığında Rekabet Kurumu Türkiye'de, özel ya da kamu, övülerek kutlanması gereken birkaç kurumdan birisi. Bu 10 yıllık dönemde başardıklarının bilançosu gerçekten kurumun övünmesine yetecek hatta aşacak düzeyde. Kurum övünüyor mu?

    Umarım övünüyordur. Ama, 10. yıl için düzenlediği toplantıya davet ettiği uzmanlardan beklediği övgü değil sistematik eleştiri idi. 13 Nisan 2007 cuma günü Ankara'da yapılan toplantının ana teması buydu.

    Tam rekabetçi piyasa

    Piyasa mekanizması Allah'ın cennetten çıkarıp insanlara ihsan ettiği bir nimet değildir. Piyasayı insanlar tasarlar, kurumlarını geliştirir ve çalıştırırlar. Bazen bunu "iyi" yaparlar, sonuçlarından memnun kalırlar bazen de öyle olmaz. İktisatçılar, piyasa mekanizmasının "iyi" olmasının ne anlama geldiği üzerinde epeyce düşünüp "tam rekabet" adı verilen kavrama ulaşmışlar.

    Fikrin babası olarak da İngiliz iktisatçısı Adam Smith (1723-1790) kabul ediliyor. Bu kavramın ne anlama geldiğini, hangi koşulları sağlaması gerektiğini piyasa mekanizmasının güçlü savunucularından, Nobel ödüllü George Stigler'in (1911-1991) kaleminden aktarayım:

    i) İktisadi karar birimleri, işbirliği yapmamalı, birbirlerinden bağımsız hareket etmelidirler;

    ii) İktisadi karar birimleri olağanüstü kazanç oluşmasına olanak sağlamayacak kadar çok sayıda olmalıdır;

    iii) İktisadi karar birimleri, piyasanın sunduğu fırsatlar konusunda yeterince bilgi sahibi olmalıdır;

    iv) İktisadi karar birimleri bu bilgilere dayanarak hareket etmesini sağlayacak özgürlük olmalıdır;

    v) Kaynakların sahiplerinin istediği yönde ve miktarda hareket etmesini sağlayacak kadar zaman olmalıdır.

    [George Stigler: Perfect Competition, Historically Contemplated , Journal of Political Economy , Vol. 65, No.1, 1957, s. 1-17.]

    İşte bu koşullar sağlandığında, tam rekabet kaynakların "iyi" dağılımını sağlıyor. Burada  "iyi" denildiğine kastedilen ise şu: Hiç kimsenin durumunu, bir başkasının durumunu bozmadan daha iyiye götürmek olanaklı değilse, iktisadi açıdan "iyi" duruma ulaşılmış demektir. Bu kavramı da iktisada ünlü İtalyan iktisatçı-sosyolog-felsefecisi Vilfredo Pareto (1848-1923) kazandırmıştı.

    Bu koşullar altında piyasa mekanizmasının çözümünün var olup olmadığı, bu çözümün özellikleri XX. yüzyıl boyu iktisatçıların en çok ilgisini çeken konuların başında yer aldı. Bütün bunlar olup biterken, bu konuda çok önemli katkıları olan bir başka büyük Nobel ödüllü iktisatçı olan Paul Anthony Samuelson (1915) "Tam rekabet insan aklının düşünebileceği en iyi kaynak dağıtım mekanizmasıdır. Tek sakıncası, dünyanın hiçbir yerinde ve hiç bir zaman görülmemiş olmasıdır"  demişti. Dediği çok da doğruydu.

    iii numaralı koşulun hemen hemen hiç sağlanamayacağını gösteren Joseph E. Stiglitz (1943), 2001 yılında İsveç Merkez Bankası'nın Alfred Nobel adına verdiği iktisat ödülünü paylaştı. (ii) koşulun mantıksal açıdan tutarlığının sağlanmasının ancak iktisadi karar birimlerinin sayısının "sayılamaz sonsuz" olması halinde olanaklı olduğunu gösteren İsrailli matematiksel iktisatçı Robert Aumann (1930) ise 2005'de aynı ödülü alan iki kişiden birisiydi.

    Öte yandan tam rekabet dışına çıkıldığında ise iktisadi mekanizmanın işlemesinden beklenen güzelliklerin gerçekleşmeyeceği XIX. yüzyıldan bu yana yapılan çalışmalardan biliniyordu. Ama buna rağmen toplumların eğilimi hep rekabetten sapma yönünde olmuş. Karl Marx'dan bu yana pek çok büyük düşünür buna dikkati çekmiş. Herhalde hiçbir toplum kaynaklarını kötü dağıtmak, israf etmek, istemez. Ama "iyi" dağıtmanın yolunu ise hiçbir toplum benimse[ye]memiş. Acaba neden?

    Rekabet Kurumu neden önemli

    İşin özü bence şu: Rekabet yaşamın ayrılmaz bir parçası olduğu halde insanların hoşlandığı bir şey değildir. Rakip sevgili değildir. Kişi, rakibi ile ömür boyu yaşamayı değil, ondan kurtulup işine tek başına devam etmeyi düşler. Yani doğal dürtü rekabet içinde yaşamak değildir. Rakibinden kurtulanın ise kaynakları "iyi" kullanması için kendisini sıkmayacağı açık. Sahip olduğu gücü başkalarının aleyhine kullanmasını engelleyecek dengeleyici unsur da ortadan kalkıyor. İşte iktisatçıların "piyasa hakimiyeti", "kartel", "tekelci sömürü",  gibi başlıklar altında ele aldıkları, piyasanın geniş kitlelerin aleyhine çalışmasına yol açabilecek bozukluklar da bu durumda ortaya çıkıyor.

    İşte Rekabet Kurumunun görevi bu bozuklukların ortaya çıkmasını engellemek, ya da ortaya çıktıklarında gerekli önlemleri alarak ortadan kalkmalarını sağlamaktır. Dolayısıyla, Rekabet Kurumu (ve diğer ülkelerde ona karşılık gelen kuruluşlar) insanın doğal dürtülerini denetim altında tutmak gibi zor bir görevi üstlenmiştir.

    Akla şu soru gelebilir: Rekabetin sonuçta toplumun refahını artıracağını insanlar anlayamaz mı? Tabii anlayabilir. Ama kendiliğinden değil. Uğraşmak gerekir. Bizler, rekabet kültürümüz zayıf olduğu için, aslı astarı olmayan nedenlerden dolayı rekabetten çekiniyoruz.

    Rekabetle ilgisi olmayan sorunlarımızı ona bağlıyor, ama rekabetin yaratabileceği sorunları da tartışmıyoruz. Rekabet Kurumu'nun geniş kitleleri eğitmeyi de hedeflemesi gerek. Ama rekabetin nimetlerinin (tabii külfetlerinin de) nasıl bölüşüleceği gibi, çözümü zor, bir sorun daha olduğunu da unutmamak gerek.

    Önümüzdeki 10 yılı ister küreselleşen dünya ekonomisi içinde sağlıklı konumda olma, ister Avrupa Birliği üyesi olma yolunda ciddi adımların atılması gereken dönem diye düşünelim, "rekabetçi ortamı" oluşturmak gündemimizde ilk sıralarda yer alacaktır. Sevsek de sevmesek de dünyada rekabet var; kabul etsek de etmesek de bir yarış içindeyiz. Ama bu yarışı "rant" peşinde koşarak kazanmak olanaklı değil; rekabet kültürünü benimsememiz gerekiyor.

     

    Bu köşe yazısı 16.04.2007 tarihinde Referans Gazetesi'nde yayınlanmıştır.

    Etiketler:
    Yazdır