TEPAV web sitesinde yer alan yazılar ve görüşler tamamen yazarlarına aittir. TEPAV'ın resmi görüşü değildir.
© TEPAV, aksi belirtilmedikçe her hakkı saklıdır.
Söğütözü Cad. No:43 TOBB-ETÜ Yerleşkesi 2. Kısım 06560 Söğütözü-Ankara
Telefon: +90 312 292 5500Fax: +90 312 292 5555
tepav@tepav.org.tr / tepav.org.trTEPAV veriye dayalı analiz yaparak politika tasarım sürecine katkı sağlayan, akademik etik ve kaliteden ödün vermeyen, kar amacı gütmeyen, partizan olmayan bir araştırma kuruluşudur.
Buzlar çözülmeden
adlı tiyatro oyununu biliyor musunuz? Cevat Fehmi Başkut’un 1965’de yazdığı, 1986’da Deli Deli Küpeli adıyla sinemaya da uyarlanan ünlü oyununu yani.[1] Kemal Sunal’ın başrolünde oynadığı film televizyonlarda hala gösteriliyor ara ara. Tımarhaneden kaçıp yoksul bir ilçeye gelen bir delinin, ilçeye atanan ama yoğun kar yağışı ve fırtına yüzünden görev yerine ulaşamayan yeni kaymakam zannedildiği ünlü filmden söz ediyorum. Hani deli de rolü benimser ve ilçedeki esnafı, sattıkları malın fiyatını düşürmeye zorlamak da dâhil bir dizi icraat yaparak halkın sevgisini kazanır ya; o film.
Deli Deli Küpeli’yi, Venezuela Devlet Başkanı Nicolas Maduro’nun geçen Aralık’taki yerel seçimler öncesi yaptığı icraatlar dolayısıyla hatırladım. Venezuela dünyanın önde gelen petrol ihracatçılarından. Petrol rezervlerinin büyüklüğü açısından dünya lideri. Geçen yıl ölen Chavez’in yerine başkan seçilen Maduro, böyle bir zenginliği olan bir ülke ekonomisinin başında yani.
Başkan Maduro, Deli Deli Küpeli’deki sahte kaymakamın icraatlarına benzer icraatları ile Türk ve dünya medyasında çok yer buldu son zamanlarda. Maduro’nun ‘manidar’ bir zamanlamayla, tam da yerel seçim öncesinde yaptığı icraatlar arasında, başkent Caracas'ta bulunan ve müşterilerinin “hırsız zenginler” olduğunu söylediği JVG mağazasına el koymak ve fiyatlarını hükümetin belirlediği limitin üzerinde arttıran perakendecilerin tutuklanacağını duyurmak da vardı. Nitekim daha sonra, yüksek fiyatlarla satış yaparak haksız kazanç sağladığını ileri sürdüğü Daka adlı elektronik mağazaları zincirine de el konularak halka uygun fiyatla ürün satılması talimatını verdi ve Genel Müdürü tutuklattı. Televizyondan halka da çağrı yaparak Daka’yı ele geçirmelerini ve “adil fiyatlarla” satış yapmaya zorlamalarını istedi. "Bunu halkımızın iyiliği için yapıyoruz” diyen Maduro’nun “raflarda, depolarda hiç bir şey bırakmayın" çağrısının ardından binlerce kişi Daka mağazalarının önünde geceden kuyruğa girdi (görüntüler http://bit.ly/1jZK1xs adresinde). Sonunda mağazanın malları, hükümet baskısıyla ve Ulusal Muhafızlar gözetiminde gerçekleşen bir indirimle, bir hafta önceki fiyatların dörtte birine satıldı (belki de yağmalandı demek daha doğru). Seçim öncesinde, hükümetin politikalarının yüksek enflasyona yol açtığını ileri süren muhalefete darbe vurmayı da amaçlayan bu manevralar, Venezuela’da Chavez’in başlattığı
Akıl dışı popülizm
geleneğinin yeni zirveleri oldu. Böylece Maduro ekonomiye şov amaçlı, akıl dışı ve keyfî müdahaleler yapma konusunda selefi Chavez’in mirasına sahip çıkacağını, hatta onun bu konuda koyduğu hayli yüksek çıtayı bile aşabileceğini gösterdi.
BBC’nin haberine göre (http://bbc.in/1aTSFe4) Maduro eylemlerini, müfettişlerin Daka’nın ürünleri “olması gereken”den kat be kat pahalı sattığının tespit edildiğini söyleyerek savunmuş. Başkan’ın verdiği rakamlara göre, devlete ait mağazalarda 7 bin bolivara (~1.100 dolar) satılan küçük bir klima, Daka mağazalarında 36 bin bolivara (~5.700 dolar) satılıyormuş. Beş katı biraz geçen bu fark, Başkan Maduro için Daka’nın fiyatlarının “adil” olmadığının yeterli göstergesi. Oysa BBC muhabiri Irene Caselli, devlete ait mağazaların ithalat yapabilmek için gereken doları 6,3 bolivarlık resmi kurdan almasına karşılık özel sektörün, resmi kurdan bulamadığı dolarları yedi kat daha yüksek olan karaborsa kurundan temin ettiğini söylüyor.[2] Bu açıdan bakıldığında, Daka’nın klimayı devlet mağazasının yedi katı değil de, sadece beş küsur katı fiyata satıyor olmasını –öyle keyfî biçimde cezalandırmak bir yana– alkışlamak lazım belki. Buna rağmen, mağazalara el konması, fiyatların rastgele idari kararlarla belirlenmesi vb.’nin bazılarının hoşuna gidebilecek icraatlar olduğu da açık. Nitekim sol basınımızın bir bölümü Maduro’nun seçim öncesi icraatlarına dair haberleri, popülizmi tavana vurmuş bir siyasetçinin neredeyse kaçıkça icraatları olarak görmedi pek. Aksine, gözünü kâr hırsı bürümüş kapitalistleri hizaya sokmak için, onlara layık oldukları muameleyi yapan bir lider olarak alkışladılar Maduro’yu. Esasen Cevat Fehmi Başkut da, Maduro’ya çok benzeyen işler yapan ’deli kaymakam’ karakterini Buzlar Çözülmeden oyununun iyi adamı, kahramanı olarak yaratmıştı aslında (Deli Deli Küpeli adlı sinema uyarlamasında Kemal Sunal’ın oynadığı karakter yani).
Oysa daha soğukkanlı düşününce, fiyat kontrollerinin –hele de böyle kaprisli ve kuralsız biçimde yapılan anlık fiyat kontrollerinin– hem ekonomik hem de toplumsal açıdan müthiş maliyetli olabileceği anlaşılıyor. Nedenlerine geçmeden önce, Maduro’nun da dilinden düşürmediği şu
Adil ya da ‘olması gereken’ fiyat
kavramı hakkında bir iki kelâm etmem lazım. ‘Adil’ hayli sübjektif bir kavram; özellikle de fiyatı niteleyen bir sıfat olarak kullanıldığında. Hele söz konusu olan, rekabetin yeterince yoğun olduğu piyasalarda (kitlesel miktarlarda) alınıp satılan standart ürünler değilse, iş iyice karışıyor. Alıcının kafasındaki adil fiyat ile, satıcının kafasındaki adil fiyatın denk düşmesi mucizelere kalıyor. Dan Ariely’nin Türkçe’ye de Akıldışı Ama Öngörülebilir başlığıyla çevrilen nefis kitabında, yıllardır yaşadığı ‘anılarla dolu yuva’sını satışa çıkaran ev sahibinin adil bulduğu fiyat ile, alıcının ‘o eski püskü harabe’ için adil bulduğu fiyat arasındaki farka dair eğlenceli örnekler olduğunu hatırlıyorum mesela. Alış-verişe konu olan nesnenin –ikinci el bir ev gibi– çok standart olmadığı durumlarda, alıcı ile satıcının buluştukları fiyatın nihai belirleyicisi, tarafların pazarlık becerileri oluyor ve üzerinde uzlaşılan bedelin ‘adil’ olduğunu tartışmasız biçimde gösterecek, objektif bir kriter bulunamıyor.
ADİL BEDEL İLE TANIŞIN Başlıkları büyük harfle yazdığım için belli olmuyor: Bu metin kutusu Adil Bedel (diye biri) hakkında değil, adil bedel ya da adil fiyat (kavramı) hakkında. Bu adil fiyat (just price) konusu, antik çağlardan beri insanların kafasını meşgul etmiş bir konu aslında. Antik Yunan’ın ünlü filozofu Aristo bile kafa yormuş bu konuya. Aristo’nun kafasını meşgul eden, alış-verişe konu olan nesne için alıcı – diyelim– 9 TL’nin adil bir fiyat olduğunu düşünürken, satıcı –mesela– 16 TL’yı adil buluyorsa ne yapacağız sorusu. Her ikisi de adil diye algılanan iki fiyattan asıl adil olanın hangisiolduğunu saptamak gerekiyor. Çok kolay bir soru değil. Alıcı ve satıcının adil bulduğu başlangıç fiyatları birbirinden farklıysa, uzlaşacakları değerin de bu iki fiyat arasında yer alması gereğinden yola çıkan Aristo, “ancak,” diyor, “bu değerin adil olması için, ikisinin de başlangıç fiyatına kabul edilebilir mesafede olması gerekir.” Mesela verdiğim örnekte başlangıçtaki iki fiyatın (9+16)/2 = 12,5 TL’ye eşit olan aritmetik ortalama adil bir fiyat olamaz Aristo’ya göre: Hem alıcının hem satıcının kafasındaki fiyata aynı mesafede (16 – 12,5 = 3,5 TL = 12,5 – 9) olmakla birlikte, fiyattaki 3,5 TL’lik artırım, alıcı için yaklaşık %39’luk (=100x3,5/9) bir feragat anlamına gelirken; 3,5 TL’lik indirim, satıcı açısından sadece %22’lik (=100x3,5/16) bir fedakarlık ifade etmektedir. Alıcının ve satıcının başlangıç fiyatlarının çarpımının kareköküne denk olan geometrik ortalamaya göre belirlenen bir uzlaşı fiyatı ise, bu sıkıntıdan muaftır. Nitekim Aristo TL’lik fiyatı adil bulur çünkü bu fiyat, hem alıcı için %33’lük fedakarlık ifade eder [=100x(12-9)/9] hem satıcı için [=100x(16-12)/12]. Öte yandan, herhangi bir alış-veriş için geçerli adil fiyatı, alıcı ile satıcının kafalarındaki fiyatların geometrik ortalamasını almak suretiyle saptamaya dayalı bir kural koymak pratik olarak imkânsızdır. Böyle bir kuralın varlığının taraflarca önceden bilinmesi, kuralı kendiliğinden işlemez kılar; çünkü bu durumda alıcı (satıcı) açısından akıllıca olan, teklif edilecek başlangıç fiyatını –gerçekçi olamayacak kadar– düşük (yüksek) tutmaktır. |
Neyse ki, modern dünyada gerçekleşen alış-verişlerin önemli bir bölümünde ‘adil’ yahut ‘olması gereken’ fiyatı saptamak için ne filozoflara ya da müfettişlere; ne de popülist diktatörlere ya da aklından zoru olan yerel yöneticilere ihtiyaç var. Özellikle de klima cihazı gibi standart tüketim mallarında, arz ve talep etkileşimi ile belirlenen
Piyasa fiyatları
alış-verişlerin ‘olması gereken’ bedel ödenerek gerçekleşmesini sağlıyor zaten. Piyasa fiyatlarından başka ‘olması gereken fiyat’ aramaya gerek yok. Yeter ki, bu fiyatların oluştuğu piyasalarda rekabet engelleri olmasın.
Nitekim biz iktisatçılar toplumsal refahı olabilecek en yüksek seviyeye çıkaracak fiyatların, tam rekabetçi piyasalarda oluşacağını biliyoruz. Gerçi ders kitaplarındaki anlamıyla tam rekabetin, belki limon, pamuklu fanila, işporta erkek kemeri/peluş kadın terliği ya da kokoreç dışında hemen hiçbir ürün piyasasında artık mevcut olmadığının da farkındayım ama temel ilke değişmiyor.[3] Bir piyasada rekabeti ne kadar teşvik ederseniz, fiyatlar o kadar düşer. Tam rekabete erişilemese de, bir ürünü satanların ‘olması gereken’den yüksek fiyat koyduğunu düşünüyorsanız, o ürünün piyasası yeterince rekabetçi değil demektir. Çünkü ‘olması gereken’ ya da ‘adil’ fiyatın doğru ve nesnel kıstası, rekabetçi piyasalarda oluşacak fiyatlardır. Kaynakların göreli kıtlığını bu fiyatlar yansıtır ve tüketici refahını (teknik deyimle tüketici artığını) o kaynak kısıtları altında, en yükseğe ulaştıracak olan fiyatlar da bunlardır. Ne kadar sevimli gözükürse gözüksün bir deli kaymakamın, ya da dengesiz bir popülist diktatörün ruh haline (ya da seçim takvimine) göre, anlık kararlarla, piyasaları ve ekonomik gerçekleri hiçe sayarak yapacağı müdahaleler toplumsal refaha faydadan çok zarar getirir.
Bazı piyasalarda, alınıp satılan ürünlerin niteliği ya da piyasaların yapısı gereği rekabeti engelleyen piyasa aksaklıklarının (market failures) olması işleri biraz karıştırıyor ama bu yazıda bahsedegeldiğim türde perakende tüketim mallarının alınıp satıldığı piyasalarda rekabeti teşvik etmek o kadar da zor değil. Bunun için devletin öncelikle iki hususa dikkat etmesi gerekiyor. Birincisi, rekabet ortamını kendisi bozmayacak; ikincisi de, herhangi bir piyasada yerleşik (incumbent) firmaların rekabeti engelleyici girişimlerini önleyecek.
Birinci maddeden başlamak gerekirse; doğaldır ki, yüksek bulduğunuz fiyatlar koyan bir satıcının karşısına rakip olarak, devleti çıkaramazsınız. Bunun adı haksız rekabet olur. Devlet işletmeleri neredeyse hiçbir zaman, özel sektörün karşılaştığı türden gerçek maliyetlerle çalışmaz ve özel sektörle birlikte faaliyette bulundukları her yerde haksız rekabet yaratırlar. Yani satacağı ithal ürünleri, Nicolas Maduro ve selefi Chavez’in popülist aymazlıkları ve beceriksizlikleri yüzünden oluşan karaborsa kur üzerinden ödediği bedellerle temin etmek zorunda kalan Daka mağazalarının, devlet mağazası fiyatlarından satış yapmasını beklemek ‘adil’ de değildir; gerçekçi de. Esasen devlet mağazasının boş kalan raflarına koyduğu etiketlerdeki fiyatlar da; arada bir, kafasına göre getirdiği ithal ürünleri temin ettiği, devletçe belirlenmiş kur da gerçek hayatta karşılığı olmayan ‘sanal’ fiyatlardır. Haberlerden anlaşılan, devletin (yani Başkan Maduro’nun) Daka mağazalarını çağdaş hukuk normlarına ve ekonomi yönetim pratiklerine uygun olmayan müdahalelerle batırması halinde, bu işten zarar görecek olan sadece Daka firmasının sahipleri ve çalışanları değil, tüketiciler (yani halk) aynı zamanda. Nitekim, kendisine haksız rekabet avantajı sağlayan kurlara rağmen doğru dürüst işletilemeyen devlet mağazasının tüketicilerin istediklerini sunamadığı anlaşılıyor.
Rekabeti teşvik etmenin ikinci yolu, yeni firmaların piyasalara girişinin önündeki her türlü engelin kaldırılması. İsteyen şirketin, istediği piyasada faaliyet göstermeye başlamasını zorlaştıran her türlü engelin –politikacıların keyfî ve önceden kestirilemez müdahalelerle belirsizliği ve dolayısıyla da yatırım ve iş yapma maliyetlerini artırması da dahil olmak üzere– kaldırılması halinde, yeni firmalar kendiliklerinden daha kârlı piyasalara yönelirler. Mevcut firmaların edecekleri yüksek kârlar yeni rakipleri çeker; bu da arzı artırarak, fiyatların düşmesine yol açar. Güçlü kurumlara sahip piyasa ekonomilerinde, bu rakiplerin sektöre girme ihtimali bile, aşırı kâr elde etme güdüsünü bastırıp, çok yüksek fiyatlar konmasını engeller çoğu zaman. Ancak buna güvenip de, ipin ucunu bırakmak doğru olmaz: Bazen de piyasadaki mevcut firmalar, fiyatları artırarak elde ettikleri yüksek karları paylaşmak üzere piyasa girecek olan rakipleri, geçici fiyat kırmak ya da lisans almalarına bir biçimde engel olmak vb. manevralarla piyasa dışında tutabilirler. Devlete düşen görev, rekabeti koruma yasaları çıkartmak ve piyasada yerleşik firmaların rekabeti önlemeye çalışması halinde, tepelerine binmeyi sağlayacak yasal araçları hazır bulundurmaktır. Ancak bu araçların, seçim zamanı olup olmamasına yahut rekabeti bozan firmaların, siyaseten hoşlanılan veya hoşlanılmayan türden olmasına bağlı olarak farklı biçimde kullanılmaması gerekir.
Piyasaların iyi işlemediği ve Maduro gibi sağı solu belli olmayan liderlerin siyaseten çok güçlü olduğu Venezuela gibi ülkelerde asıl risk; halkın çıkarlarını koruma kisvesi altında yürürlüğe konan keyfî ceza ve uygulamalara verilen desteğin, rastgeleliğin ve kuralsızlığın kural haline gelmesine yol açmasıdır. Başkanın (ya da onun emriyle hareket eden müfettişlerin) fiyatını yüksek bulduğu mağazaları kapatması, yöneticilerini tutuklaması, yağmalatması vs.’nin yolu bir kez açıldı mı işin sonunun nereye varacağı belirsiz hale gelir. Keyfîliğin yarattığı belirsizliği risk olarak algılayan yabancı (ya da yerli) yatırımcılar yatırım yapmaktan vazgeçtikçe ekonominin büyüme ve istihdam yaratma potansiyeli düşerken; bu keyfîliği fırsata dönüştürmek isteyen, rant avcılarına da gün doğar. Hoşuna gitmeyen fiyata narh koyabilen, hatta narh koymak bir yana, o fiyatı koyan firmayı yağmalatacak güce sahip olan bir başkanın varlığı, o başkana yakın olmayı kârlı hale getirir. Bunu fark eden ve başkana yakınlaşmayı başaran firmalar, eninde sonunda, rakipleriyle kalite ve fiyat yoluyla yahut verimliliğini artırmaya uğraşarak rekabet etmeye çalışmayı bırakıp, onları mutlak güce sahip olan başkanın artık alışılmış ve çaresizce kabullenilir hale gelmiş kaprislerine havale etmeye başlar. Bu da, iş yapma değil, iş bitirme kültürünün yaygınlaşmasının; başkana veya çevresine yakın olan firmaların tüketicileri kazıklayarak hak etmedikleri paraları kazanmasının yolunun açılması anlamına gelir. İktidar odaklarına yakın ol(a)mayan firmalar ise haksız rekabet yüzünden mağdur olup, ayakta kalmakta zorlanmaya başlar. Böyle bir ülkede, vatandaşların ödediği vergilerden oluşan kamu fonları da en verimli kullanılabilecekleri alanlara değil, başkanın istediği alanlara dağıtılır –daha doğrusu çarçur edilir; yeni yatırımlar yavaşlar; işsizler iş bulmakta zorlanır ve gelir dağılımı bozulur.
Kısacası, bu konuda uygulanması gereken akılcı ve adil politikaları öğrenmek isteyen her siyasetçi işe, Venezuela’da yapılanları inceleyerek yapılmaması gerekenleri öğrenmekle başlayabilir. Bu yapılmaması gerekenlere, yakında görevi bırakan Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım’ın havayolu şirketlerine, geç bilet alanlara uyguladıkları yüksek fiyatları sınırlamaları için uyguladığı baskı da dâhildir. Ne kadar iyi niyetle ve ne kadar yumuşak bir üslupla yapılırsa yapılsın, bakanların ve sorumlu mevkilerdeki diğer insanların piyasa fiyatlarına, kişisel tercihleri doğrultusunda müdahale hakkı yoktur ve olmamalıdır. Güven Sak’ın Radikal’’deki 3 Aralık 2013 tarihli köşesinde yazdığı konuyla ilgili yazıda da dediği gibi “fiyat, emirle değil rekabetle” düşürülür –ve düşürülmelidir. Kaldı ki, geç alınan bilet fiyatlarına tavan koymak tüketiciyi korumak anlamına da gelmez genellikle. Bunun nedenlerini de belki başka bir yazıda ele alırım.
Bu yazı İktisat ve Toplum dergisinin Şubat 2014 sayısında (No. 40; http://bit.ly/1cXZSeq) yayınlanmıştır.
[1] Buzlar Çözülmeden’in ilk sinema uyarlaması hemen 1965’te, aynı isimle, Nejat Saydam’ın yönetmenliğinde yapılmış. Fikret Hakan’ın başrolünü oynadığı filmi şu adresten seyretmek mümkün: http://bit.ly/1gdVvNe
[2] Alıcıya göre farklılaşan kurlar, karaborsa vs. gibi bizim de 1970’lerde yaşadığımız sorunlardı. Biraz da bu yüzden BBC haberini okurken, çok ciddi rezervlere sahip petrol ihracatçısı olan Venezuela gibi bir ülkede devletin neden mağazacılık yaptığı sorusuna takılmadım önce. Bu da Türkiye’de görmediğimiz işitmediğimiz bir durum değildi sonuçta. Kafamdaki asıl soru başkaydı: Eğer devletin işlettiği mağazalarda ürünler daha ucuza satılabiliyorsa, insanlar alacakları elektronik ürünleri niye bu mağazalardan almıyor –ve böylece Daka’yı da ya fiyat düşürme ya iflas seçimini yapmaya zorlamıyordu? Cevap BBC Caracas muhabirinden geldi yine: Çünkü devlete ait mağazalarda satışa sunulan çok da fazla ürün yoktu, gelen mallar da hemen tükeniyordu.
[3]Alper Duman’ın İktisat ve Toplum’un 39. sayısında (Ocak 2014) Türkiye’de yoğunlaşmanın ve dolayısıyla eksik rekabetin yüksek olduğu sektörlerle ilgili güzel bir yazısı var. Başlığı da yaratıcı: “Rekabete Yoğunlaşalım…”
Burcu Aydın, Dr.
05/10/2024
Fatih Özatay, Dr.
04/10/2024
M. Coşkun Cangöz, Dr.
03/10/2024
Fatih Özatay, Dr.
02/10/2024
Güven Sak, Dr.
01/10/2024