TEPAV web sitesinde yer alan yazılar ve görüşler tamamen yazarlarına aittir. TEPAV'ın resmi görüşü değildir.
© TEPAV, aksi belirtilmedikçe her hakkı saklıdır.
Söğütözü Cad. No:43 TOBB-ETÜ Yerleşkesi 2. Kısım 06560 Söğütözü-Ankara
Telefon: +90 312 292 5500Fax: +90 312 292 5555
tepav@tepav.org.tr / tepav.org.trTEPAV veriye dayalı analiz yaparak politika tasarım sürecine katkı sağlayan, akademik etik ve kaliteden ödün vermeyen, kar amacı gütmeyen, partizan olmayan bir araştırma kuruluşudur.
Küresel ısınmanın piyasa yoluyla çözümü mümkün gözükmüyor. Vergi almak bir yöntem. Ancak hem toplumsal isteği tatmin eden hem de maliyetini tam karşılayan bir vergi kuralı bulmak, deyim yerindeyse, kâğıt üzerinde olanaklı ama uygulanması neredeyse olanaksız.
Rahmetli babam sağ olsaydı ve yazımın başlığını görseydi "kediler çamaşır yıkıyor" der ve bilmediğim bir konuda niçin yazı yazmaya kalkıştığımı sorardı. Ama dünyamız o kadar hızlı değişiyor ki! Baksanıza ABD Başkanı Sayın George Bush bile, düne kadar yadsıdığı bu olayı, birden bire farkına varabildi. Son G-8 toplantısında, liderlerin Kyoto protokolünün yenilenmesi konusunda anlaştığı açıklandı. Benim de bunlara bakıp özendiğimi düşünebiliriniz.
Aslında benim de üzerinde durmak istediğim konu Kyoto protokolünün yenilenip uygulanma şansı olan bir küresel programın uygulanması. Yoksa iklim değişikliğinin nasıl olduğunu incelemeye kalkışmak değil. İlgilenenlere Sayın Mikdat Kadıoğlu'nun Küresel İklim Değişimi ve Türkiye, (İkinci basım, İstanbul: Güncel Yayıncılık, 2007) adlı kitabını hararetle salık veririm. Kitap, konuyu etraflı bir biçimde ele alıyor. Ayrıca ciddi bilimsel çalışmaların sonuçlarını konuyu sadece merak eden ama uzmanlaşmamış okuyucuya nasıl anlatılması gerektiği konusunda da örnek alınacak bir çalışma.
G-8'in bakış açısı
Doğrusu, G-8 liderlerinin Kyoto protokololunun yenilenmesi konusunda "anlaşmış görünmeleri" bende daha çok tedirginlik yarattı. Kişisel deneyimim karar alıcıların hepsi birden bir öneriye, hele kısa sürede, "evet" diyorlarsa, söz konusu işi sürüncemede bırakma yolunu seçtikleri anlamına gelir. Konuyu bastıranlar ikna ettiklerini zannederler, "evet" sözcüğü onların baskılarını azaltır. Onlar, hiçbir şey yapılmadığını görüp tekrar harekete geçinceye kadar, karar alıcılar biraz nefes alır. Bu nedenle de G-8 liderlerinin "bu konuyu ciddi düşünecekleri" ifadesini ben biraz bu konuda "ciddi bir şey yapmayacakları" konusunda anlaştıkları biçiminde yorumlamaya eğilimliyim. Bu konuda yanılmış olmak ise beni çok mutlu edecek.
Gelelim benim ele almak istediğim konuya. Ben işin iktisadi yönüne bakmak istiyorum. İnsan yapımı küresel iklim değişikliği şu demek: Üretim faaliyetleri sadece insanların talep ettikleri mal ve hizmetleri üretmiyor, bunun yanı sıra çevrenin kirlenmesine yol açıyor. Bu olgunun en önemli boyutlarından birisi atmosfere salınan karbondioksit miktarındaki artış ve bunun iklim değişikliği üzerindeki etkisi. Bunun iktisat dilindeki karşılığı ise şu: Demek ki, kullandığımız üretim süreçleri sonuçta birisi istediğimiz diğeri istemediğimiz iki malı beraberce üretiyorlar.
Bağlı ürünün maliyeti
Bunlardan sadece birisini üretmek olanaklı değil. İktisatta bu tür mallara "bağlı ürün" (joint product) adı veriliyor. Tipik bir örnek, rafineride ham petrolü işleyip motorin üretmek istiyorsanız, mutlaka benzin de üretirsiniz. Bundan kaçınmak olanaklı değildir. (İşte bu nedenle Türkiye geçmişte yakıt sıkıntısı içinde kıvrandığı zaman bile bazen Yunanistan'a benzin satıyordu. Çünkü benzin üretimi gerekenden fazla olabiliyordu.) Bağlı ürün olayını ele almak zordur. Örneğin firmanın sabit masrafları bağlı ürünler arasında nasıl bölüştürülecek, bu ürünler nasıl fiyatlanacak gibi soruların yanıtları karmaşıklaşır. Ancak ele aldığımız olayda, bağlı ürün "iklim değişikliği" ve öyle benzin gibi insanın işine yarayan bir şey değil, tam tersine zarar veriyor. Bu defa da ortaya o zararlı ürünü yok edebilmenin maliyetinin ne olacağı ve bunu kimin üstleneceği sorunu çıkıyor.
Her zaman piyasa belirlemez
Olayın karmaşıklığı bununla kalsa yine iyi. İşin bir başka yönü daha var. Alışageldiğimiz malların (bunlara "özel mallar" denir) tipik iki özelliği vardır. Bunlardan birisi bu mallardan kimin yararlandığı bellidir. Eğer elmayı ben yiyorsam ondan tat alan ben olurum, başkası değil. Yani bu malların tüketiminde rekabet vardır. Elmayı yemek isteyen öteki taliplerle yarışır. Öte yandan, elmayı yiyen de bir başkasını onu yemekten mahrum etmiş, onu dışlamış olur. Rekabet ve dışlama özelliklerini taşıyan bir maldan ne kadar üretileceği ve bunun kimin tarafından satın alınacağının belirlenmesini piyasaya bırakmak olanaklıdır.
Piyasa, "parayı veren düdüğü çalar" kuralı çerçevesinde bu sorunu çözer. Eğer yeterince rekabet varsa bu çözüm mevcut koşullar altında herkese azami tatmin sağlar. Tabii, bu çözüm her zaman harika olmaz. Bazen de toplumal açıdan arzu edilmeyen sonuçlar elde etmek olanaklıdır. O zaman özel malların kullanımına toplumsal yarar kaygısıyla müdahale edilir ve başka kurallara başvurulur. Örneğin, belediye kararıyla, öncelikle yaşamı tehlikede olan hastalara verilir, en yüksek fiyatı verenlere değil...
Olumsuzlukta eşitlik
Ama küresel iklim değişikliği dediğimiz "kötü mal" böyle değildir. Bir kere, bu malı herkes birden, diğerinin tükettiği miktarı azaltmaksızın kullanabilir. Örneğimizde, "kötü mal" söz konusu olduğu için bu ifadeyi "kullanmak zorunda kalır" biçiminde değiştirmek gerekiyor. Küresel iklim değişikliğinden benim etkilenmem (ve bu nedenle sağlığımın bozulması), Şili'de yaşayan bir çocuğun da etkilenmesini (ve dolayısıyla onun da sağlığının bozulmasını) engellemez. Yani biz bu konuda rakip tüketiciler değiliz.
İkinci olarak, küresel iklim değişikliği, insanların bazılarını dışlayan bir olay değildir. Olduğunda herkes etkilenir. Eğer bir mal rakip değilse ve herhangi bir kişinin bu maldan kullanması engellenemiyorsa ona kamusal mal denir. Bunun tipik bir olumlu örneği geleneksel radyo yayınlarıdır. Bir radyo yayınını benim dinlemem sizin dinlemenizi engellemez. Dolayısıyla bu hizmetten yararlanmada rakip değiliz. Öte yandan, radyo istasyonu beni dışlayacak yayın da yapamaz. İşte küresel iklim değişikliği de böyle. Radyo yayınından tek farkı, fayda sağlamayıp zarar veriyor olması.
İş burada yeniden karışıyor. Çünkü kamusal mallara söz konusu olduğunda piyasa mekanizması pek çalışmıyor. Nedeni ise gayetle basit. Kim bu kamusal malı satın almak için para öder? Madem ki ben radyo yayınını kimseye zarar vermeden dinleyebiliyorum ve bunu dinlemem engellenemiyor, o halde bu yayını yapabilmenin maliyetine katılmam! Yani beleşçi olmayı tercih ederim. Herkes de en az benim kadar akıllı olacağına göre, kimse radyo istasyonuna para ödemez. O zaman da yayın yapılamaz. (Özel radyoların reklam almasının temel nedeni de budur.)
Vergiyi kim koyacak
Kamusal malları sunumu nasıl sağlanır? İktisatta, büyük İsveçli iktisatçı Knut Wicksell'in (1851-1926) bu konuda 1896 yılında yayınlanan öncü çalışmasından bu yana bu konu üzerinde çalışılıyor. İktisatçılar neyin olmayacağını gösterdiler. Kamusal malların toplumun istediği ölçüde sunulabilmesini piyasa yoluyla sağlamak olanaklı olmadığı gibi, gönüllü katılım ile de sağlanamıyor. Geriye devlet müdahalesi kalıyor. Yani vergi almak. Ancak hem toplumsal isteği tatmin eden hem de maliyetini tam karşılayan bir vergi kuralı bulmak, deyim yerindeyse, kâğıt üzerinde olanaklı ama uygulanması neredeyse olanaksız.
Ama konumuz açısından aslı önemli olan böyle bir vergi kuralının bulunup bulunmaması değil. Vergiyi kimin koyacağı! Ulusal sınırlar içinde devlet denilen bir yetke var; vergi alabiliyor. O zaman topluma dönüp şunu söyleyebiliyor: Eğer belli bir kamusal mal (örneğin ulusal savunma hizmeti) istiyorsanız, şu kadar vergiyi şu kurallar çerçevesinde vermeniz gerekiyor. Peki uluslararası ortamlarda, kim koyacak bu vergiyi?
Bu köşe yazısı 11.06.2007 tarihinde Referans Gazetesi'nde yayımlanmıştır.
Fatih Özatay, Dr.
13/11/2024
Güven Sak, Dr.
12/11/2024
Burcu Aydın, Dr.
09/11/2024
Fatih Özatay, Dr.
08/11/2024
Fatih Özatay, Dr.
06/11/2024