Arşiv

  • Nisan 2024 (11)
  • Mart 2024 (19)
  • Şubat 2024 (19)
  • Ocak 2024 (18)
  • Aralık 2023 (17)
  • Kasım 2023 (14)
  • Ekim 2023 (15)
  • Eylül 2023 (12)
  • Ağustos 2023 (21)
  • Temmuz 2023 (18)
  • Haziran 2023 (13)
  • Mayıs 2023 (9)

    50 bin kişi öldü, tek bir siyasetçi bile içeri girmedi

    Güven Sak, Dr.18 Ağustos 2015 - Okunma Sayısı: 2458

    17 Ağustos Büyük Depremi’nde devlete göre 17 bin, millete göre 50 bin kişi öldü. 50 bin kişi öldü ve bugüne kadar benim bildiğim tek bir siyasetçi bile içeri girmedi. Siyasetçi derken öyle cumhurbaşkanı, başbakan, bakan filan da yok aklımda doğrusu. O kadar ileri gitmeyelim ama bir belediye başkanı, belediye meclisi üyesi, encümen üyesi bile içeri girmedi. Halbuki 50 bin kişiyi pisi pisine kaybettikten sonra “deprem değil, hukuka uygun olmayan çürük yapılar ve beton adam öldürür” demeyi pek de güzel öğrenmiştik.

    Bu ülkede artık aklına esen, aklına estiği yerde, aklına estiği gibi bina yapamıyor. En azından vaziyet kağıt üzerinde böyle. Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, binaların hangi esaslara göre yapılması gerektiğine ilişkin kodları yazıyor. Belediyeler bu kodlara uygun iş yapılmasını sağlamak için ruhsatlar verip imar planı onaylıyorlar. Ben bütün bunlara bakıyorum ve sonunda şunu görüyorum: Belediyeler düzeyinde inşaat işlerine ilişkin hukuksuzluk olmasa, 17 Ağustos’ta 50 bin kişi ölmezdi. Yapı ve inşaat işlerindeki hukuksuz uygulamalar daha önceden yargı önüne çıkarılıp sorumluları şahsen cezalandırılmış olsaydı, 17 Ağustos’ta 50 bin kişi ölmezdi. 17 Ağustos 1999’da 50 bin kişi öldü ve tek bir siyasetçi bile yargı cezası almadı. 17 Ağustos 1999’a giden süreçte görev yapan tüm belediyeciler müteselsil sorumluydu halbuki. Neden?

    Vatan Gazetesi’nin haberine göre, 17 Ağustos Büyük Depremi’nden sonra cezaevine yalnızca bir kişi girdi ve çıktı. Dikkatinizi çekeyim: 50 bin cana karşılık tek bir kişi. Aslında 6300’e yakın kişi için soruşturma başlatılmıştı. Bazıları aftan döndü, diğerleri için dava açılmadı. Sonuçta aynı şirketten iki kişi mahkemede yargılandı. Yalova’daki binalar için Veli Göçer ve bir çalışanı cezaevine girdi. Veli Göçer 7,5 yıl yattı çıktı. Şirketinin çalışanı ise zaten hastaydı, hapishanede öldü. 50 bin kişi öldü ve tek bir siyasetçi bile içeriye girmedi. Değil siyasetçilerin içeriye girmesini, depremlerin bu kadar çok can almasının temel nedeninin siyasetçinin hukuksuzluğu seçmesi olduğunu bile uzun uzun tartışmadık biz. Halbuki bu boyutta bir çürük yapılaşma hadisesinin, içine siyasetçi karışmadan olabilmesi mümkün değildi.

    Ben bir süredir adalet sistemi neden bu tür hadiselerde sorumluların üzerine gitmekte yetersiz kalıyor, yavaş davranıyor diye düşünüyorum. Doğrusu ya, anlamaya çalışıyorum. Peki, bu yalnızca bize özgü mü? Hayır.

    2008’de dünyada finansal kriz oldu. Finansal kriz neden oldu? Bankalar, riski yeterince bilinmeyen bazı yeni enstrümanları sokaktaki tasarruf sahibine sattılar. Şehir şebeke suyuna kanalizasyon suyunu karıştırdılar. Kimse şehir şebeke suyunu kullanamaz oldu. Finansal sistem devreden çıkınca, reel kesim hızla daraldı. Dünyanın her tarafında milyonlarca kişi işsiz kaldı. Ne oldu? Bankalar bir dizi hukuksuzluk yaptılar, Başkan Bush dahil zamanın siyasi sorumluları buna seyirci kaldı. Hatta siyasetçiler Amerikan Sermaye Piyasası Kurulu (SEC)’in denetim imkanlarını sınırlandırıp şehir şebeke suyunun bulandırılmasına çanak tuttular. Ne oldu? Milyonlarca kişi işsiz kaldı. Yoksullaştı. Peki, bugüne kadar kaç Amerikan siyasetçisi içeri girdi? Hiç. Peki, bugüne kadar kaç bankacı içeri girdi? Bir tane. Aynı Türkiye gibi, milyonlar işsiz kaldı, yoksulluğa düştü, çocukların eğitim imkanları ellerinden alındı, gelecekleri çalındı ve bugüne kadar tek bir bankacı ceza aldı.

    The Atlantic dergisinden William Cohan’ın yazısına göre, 49 finansal kuruluş 2009 yılından beri ceza ve mahkeme anlaşmalarıyla 190 milyar dolar tutarında ödeme yaptılar.

    Bankalar, 2008 krizine giden dönemde hukuksuzluk yaptıklarını kabul ettiler, cezayı ödemeye razı oldular ama hiçbir banka yöneticisi şahsen ceza görmedi. Bir kişi hariç. Credit Suisse portföy yöneticilerinden Kareem Serageldin, portföyündeki ipotekli tahvillerin değerlerini olduğundan daha yüksek gösterdiği, portföyün değerini bu yolla şişirdiği için 30 ay hapse mahkum oldu. Başka şahsi ceza gören olmadı. Bankaların ödemeye razı olduğu cezalar hep hissedarlardan çıktı. Banka yöneticileri ise ceza almadı. Amerika ile Türkiye arasındaki fark şurada: Orada hukuksuzluklar tek tek belirlendi. Ama cezayı kurum olarak bankalar üstlendi. Şahsi sorumluluk pek sınırlı kaldı.

    Peki, Amerikan Adalet Bakanlığı neden 2008 krizi sonrası bankalara yüklenmedi? Eski Adalet Bakanı Eric Holder’e atfen isimlendirilen Holder doktrini bunu engelledi. Nedir Holder doktrini? Bankalara karşı davalar açmanın şirketler kesiminde dengesizlik ve batmalar vasıtasıyla ek hasara yol açabileceğini hiç unutmamak gerektiğini söyleyen bir prensiptir. Bir nevi “aman ha, zaten ekonomiyle başımız dertte, bir de dava açıp hasarı büyütmeyelim” yaklaşımı. Neyi engelliyor? Hukuksuzluğa yol açan şahsi sorumlulukları elbette.

    17 Ağustos’ta 50 bin kişi öldü ve tek bir siyasetçi bile içeri girmedi. 2008 yılında bankalar yüzünden milyonlarca kişi işsiz kaldı, çocukların geleceği karardı ve tek bir siyasetçi bile içeri girmedi. Halbuki bu kadar büyük bir çürüme ancak siyasetin doğrudan desteği ile mümkün olabildi.

    Geçen gün, bir grup AKP Ankara milletvekilinin Ankara 5. İdare Mahkemesi’nin Ankara Büyükşehir Belediyesi’nin kabul ettiği Atatürk Orman Çiftliği İmar Planlarını hukuksuz bularak iptal etmesine karşı düzenlediği basın toplantısını dinlerken ben işte bunları düşündüm. Şimdi ortada bir hukuksuzluk varsa, hukuksuzluğu savunmanın milletin vekillerine kalmasına doğrusu üzüldüm. Bu imar planında yer alan Ankara Bulvarı artık yapıldı. Şimdi ne olacak? Bence sorumluların, geri döndürülemez hasar göz önünde bulundurularak mahkeme önüne çıkmaları, aldıkları kararlardan şahsen sorumlu tutulmaları ve cezalandırılmaları üzerine düşünmemiz lazım.

    Ben bu Atatürk Orman Çiftliği imar planı işinin içinden, “zaten it iti ısırmaz” ya da “balık baştan kokarmış” diyerek, alışageldiğimiz toplumsal boşvermişliğimizin bir örneğini daha sergileyerek çıkmamamız gerektiğini düşünüyorum doğrusu. 17 Ağustos’ta hayatını kaybeden 50 bin kişiye en azından böyle bir borcumuz var bana sorarsanız.

    Bu köşe yazısı 18.08.2015 tarihinde Radikal Gazetesi'nde yayımlandı.

    Etiketler:
    Yazdır