TEPAV web sitesinde yer alan yazılar ve görüşler tamamen yazarlarına aittir. TEPAV'ın resmi görüşü değildir.
© TEPAV, aksi belirtilmedikçe her hakkı saklıdır.
Söğütözü Cad. No:43 TOBB-ETÜ Yerleşkesi 2. Kısım 06560 Söğütözü-Ankara
Telefon: +90 312 292 5500Fax: +90 312 292 5555
tepav@tepav.org.tr / tepav.org.trTEPAV veriye dayalı analiz yaparak politika tasarım sürecine katkı sağlayan, akademik etik ve kaliteden ödün vermeyen, kar amacı gütmeyen, partizan olmayan bir araştırma kuruluşudur.
Seçmen, 7 Haziran seçimleri ile yeni bir kapı açmıştı. 1 Kasım’da o kapıyı kapattı. Ne olduğunu bildiği kapıyı tercih etti. Sonuçta AKP, tarihinin en yüksek oy toplamıyla yeniden tek başına iktidar oldu. Seçmen, arkasında ne olduğundan bir türlü emin olamadığı kapıyı kapattı. Neden?
Seçmen, bir nevi, “Neme lazım, tam da bu ortamda, Dimyat’a pirince giderken eldeki bulgurdan olmayayım” dedi. Ben burada vurgunun “tam da bu ortamda” ifadesi üzerinde olması gerektiği kanaatindeyim. Türkiye’nin karşı karşıya olduğu sorunların boyutlarının bu tercihte önemli bir rol oynadığını düşünüyorum. Türkiye’nin karşı karşıya olduğu sorunların boyutlarından korkan seçmen bildik kapıyı tercih etti. Zaten kimse de seçmene bilmediği yeni kapının neye işaret ettiği konusunda doyurucu bir açıklama yapamadı ki böyle oldu. Peki, bu ne anlama geliyor? Gelin birlikte düşünelim.
İlk tespiti hemen yapayım: Haziran’dan Kasım’a izlediğimiz kapsamlı oy kayması, Türk seçmeninin geleceğe yönelik umudunun değil, gelecekten korkusunun dışa vurumu bana sorarsanız. Aslına bakarsanız biz, bir kaç yıl önce böyle değildik. Daha bir kendimize güvenliydik. Şimdi öyle değiliz. Bu noktada soruyu sanırım şöyle sormak gerekir: Kendine güvenmeyen, risk almaktan çekinen bir seçmen çoğunluğu ile Türkiye yeniden reform yoluna girebilir mi? Hızlı bir değişimi gerçekleştirebilir mi? Bir nevi küreselleşme korkusu olan bu gelecek korkusu, adım atmayı zorlaştırır mı?
Aklımdakini açmaya başlayayım müsaadenizle. Ama önce şu iki duygu arasındaki bağı bir kurayım, korku ve kendine güven arasındaki ilişkiyi. Dominique Moisi, “Duygunun Jeopolitiği” (The Geopolitics of Emotion) adlı kitabını 2009 yılında yayımlamıştı. Kitap, korku, umut ve aşağılık duygusunun nasıl çağımızı belirlediğini anlatıyor esas olarak. Moisi, korku, umut ve aşağılık duygusunun ortak bir temele, kendine güvenmeye dayandığını vurguluyordu. Kendine güvenen milletler geleceğe umutla bakarken, kendine güvenmeyenler ise gelecekten, geleceğin getireceklerinden korkuyorlardı. Dolayısıyla, Türk seçmeni, geleceğe yönelik olarak umutlu değilse, gelecekten korkuyorsa bunun nedeni, esas olarak Türk seçmeninin bu ortamda kendisine, kendi kabiliyetlerine olan güvensizliğidir. Kendine güven yoksa korku vardır. Belki de Mustafa Kemal’in “Türk, öğün, çalış, güven” dediği noktadayız şimdilerde yeniden. Bu da bugün için ikinci tespitim.
Türkiye’nin bugün karşı karşıya olduğu sorunların boyutu, bu gelecek korkusunu besleyen temel kaynak durumunda. Belki şöyle söyleyebilmek de mümkün: Türkiye, son bir kaç yıldır ilk kez küreselleşmenin negatif etkilerini doğrudan hissetmeye başladı. Bugünkü yetersizlik ve güvensizlik duygusunun kaynağını sanırım burada aramak gerekiyor.
Türkiye’nin dışa açılmaya başladığı 1980’den beri ilk kez, fon akımlarının süratle daraldığı bir ortama son derece hazırlıksız girdik. Fed kararı ne kadar ertelenirse ertelensin, ekonomimiz üzerine negatif bir etkisi olacak. Yine 1980’den beri ilk kez ciddi bir terör tehdidi altındayız. Üstelik Selefi tehdidi hepimiz için bir muamma. 1980’den beri ilk kez kalıcı olarak memleketimize gelmiş bir göçmen dalgası ile karşı karşıyayız ve bunu nasıl yöneteceğimizi kimse bize söylemiyor. Dilimizi bilmeyen, yabancı insanlar sokaklarımızı dolduruyor.1980’den beri ilk kez Kürt meselesini bir çözüm yoluna sokmuştuk. Şimdi nereye gideceğini bilmiyoruz. Sınırımızın dibindeki Suriye, büyüyen bir güvenlik tehdidi haline geldi. 1980’den beri hiç böyle olmamıştı. Ben bütün bunlara baktığımda, Türkiye’nin küreselleşme ile ilk kez yüzyüze geldiği kanaatine varıyorum. Biz küreselleşmeyi bir tek dışarıya mal satmak olarak bilirdik, şimdi artık hakikaten dışa açılıyoruz. Tam dünyalı oluyoruz. Hatta dışarısı içeriye geliyor.
Türkiye, Suriye’ye girmedi. Suriye, Türkiye’ye geldi dikkatinizi çekerim. Türkiye gibi kendi içine kapalı bir toplum için bu büyük bir yenilik aslında. Türkiye gibi kendisini kendi gibi ülkelerle bile kıyaslama alışkanlığına sahip olmayan bir ülkenin dışarının farkına varması, kendisinin farkına varması son derece travmatik bir hadise aslında. İşte bu travmaya ya umutla ya da korkuyla tepki gösteriliyor. Gelecek korkusu dediğim aslında bildiğiniz küreselleşme korkusu bana sorarsanız. Bu da üçüncü tespitim.
Peki, küreselleşme korkusu ile baş etmek için ne yapmak gerekir? Bunun bir sağlıklı bir de sağlıksız yolu var. Sağlıklı yol, toplumun son günlerde somutlaşan küreselleşme korkusunu, küreselleşme sürecini derinleştirerek, sistematikleştirerek tedavi etmektir. Sağlıksız olansa içe kapanıp dışarısı ile ilişkiyi kesmektir. Türkiye’nin ikinci yolu seçme şansı yoktur. Bu refah düzeyini içe kapanarak sürdürmek mümkün değildir. O vakit, birinci yoldan başka bir çare yoktur. Birinci yolun en az maliyetli, en güvenli olanı ise Avrupa Birliği sürecini yeniden işlevsel kılmaktır. Avrupa Birliği süreci aynı zamanda Türkiye’nin küreselleşme sürecine düzenli intibakı süreci olarak da tasarlanabilir.
Bütün bu güvensizlik ve korkunun kaynağı olan Suriye krizi ve Suriyeli göçmenler meselesi, Türkiye ile Avrupa Birliği arasında pozitif bir gündem oluşturmak için önemli bir fırsattır.
Bir Çin atasözü, “Rüzgar sert esmeye başlayınca bazıları duvar, bazıları yel değirmeni inşa eder” der. Küreselleşme sürecinin sert rüzgarlarına maruz kalan ve kalmaya devam edecek olan Türkiye’nin bunu bir fırsata çevirecek tedbirlere odaklanması gerekmektedir.
Bu köşe yazısı 03.11.2015 tarihinde Radikal Gazetesi'nde yayımlandı.