TEPAV web sitesinde yer alan yazılar ve görüşler tamamen yazarlarına aittir. TEPAV'ın resmi görüşü değildir.
© TEPAV, aksi belirtilmedikçe her hakkı saklıdır.
Söğütözü Cad. No:43 TOBB-ETÜ Yerleşkesi 2. Kısım 06560 Söğütözü-Ankara
Telefon: +90 312 292 5500Fax: +90 312 292 5555
tepav@tepav.org.tr / tepav.org.trTEPAV veriye dayalı analiz yaparak politika tasarım sürecine katkı sağlayan, akademik etik ve kaliteden ödün vermeyen, kar amacı gütmeyen, partizan olmayan bir araştırma kuruluşudur.
Matüridiliğin Türkiye’de gündeme gelmesi ve tartışılıyor olması bazı çevreleri rahatsız etmişe benziyor. Bu rahatsızlıklarını, Matüridiliğin Cumhuriyet öncesi Osmanlı kültüründe çok da bilinmeyen ve önemsenmeyen bir kimlik olduğunu iddia ederek dillendiriyorlar. Bu çevrelerin bazı iddialarını şöyle sıralayabilirim: “Matüridilik Türk milliyetçilerinin ve laik seküler cumhuriyet ideolojisinin bir inşasıdır”; “Osmanlı uleması kendisini Matüridi olarak tanımlamamıştır”; “Osmanlı’nın daha çok Eş’ari olduğunu söylemek gerekir...”
Gerçekten böyle midir? Osmanlı uleması Matüridiliği bilmiyor muydu? Matüridilik yerine Eş’arilik mi tercih edilmişti? Yine yel değirmenlerine karşı laf anlatmaya çalışacağız. Türkiye’de en temel sorun her meselede olduğu gibi tarih ve kültür alanında da bazı jargonların sakız gibi sürekli tekrar edilmesi. Derin okumalara ve asli kaynaklara ihtiyaç duymadan bu jargonların hakikat gibi akademi çevrelerinde de söylenmesi ise daha vahim.
Hemen belirteyim ki Matüridilik bir Osmanlı kimliğidir ve bu kimlik zannedildiği gibi Cumhuriyetin bir inşası değildir. Bununla birlikte Matüridilik tüm toplumsal kesimlerde aynı biçimde temsil edilmemiştir...
Hanefilik ve Matüridilik bir madalyonun iki yüzü
Öncelikle Hanefilikle Matüridilik arasındaki ilişkinin Eş’arilik ile Şâfiilik arasındaki ilişki gibi olmadığını anlamak lazım. Eş’arilik Mutezileden ayrılmış, daha sonra da bir kimlik krizi yaşamıştır. Nizamiyye’nin ilk hocası olan Ebû İshak eş-Şirâzî Şâfiidir; ama Eş’ari karşıtı bir âlimdir mesela. Bu nedenle Şâfiilikle Eş’ariliğin iç içe geçmesi zaman almıştır. Oysa Ḥanefiyye kavramı, bugünkü anlamda sadece fıkha indirgenebilecek bir kavram olmaktan uzaktır; bilakis hem fıkıhta hem de itikatta Ebû Hanîfe’nin takipçisi olmak anlamında çift yönlü bir kimlik olarak kullanılmıştır. Selçuklularla birlikte Hanefilik, Ehli sünnet olmanın ve Matüridilik de Hanefi olmanın olmazsa olmaz bir parçası olarak kabul edilmiştir.
Ünlü seyyah İbn Battûta, Anadolu halkının Ebû Hanîfe’nin mezhebi üzere ve Ehl-i sünnet inancı istikametinde olduğunu belirtmektedir. Ona göre “aralarında ne Râfizî, ne Mu‘tezilî, ne Hâricî ve ne de başka bir sapkın mezhep bulunmaktadır. Yüce Allah onları bu faziletleriyle diğer insanlardan üstün kılmıştır.”
12. asırdan itibaren Anadolu’da kadılar ve âlimler üzerinde çok güçlü bir Hanefi etkisi vardır. Matüridi-Hanefî çevrenin Matüridi’den sonraki süreçte en güçlü seslerinden biri olan Ebü’l-Muîn en-Nesefî’nin (ö.1115) öğrencisi Alaüddîn es-Semerkandî (ö. 1144) bunların başında gelir. Antalya civarında yaşamış bu âlim aynı zamanda Matüridi’nin tefsirinin de şârihidir/yorumcusudur. Bununla birlikte Matüridi-Hanefî çizgideki âlimlerin Anadolu’ya gelişlerinde Van, Mardin ve Diyarbakır arasındaki bölgede iki asra yakın hüküm süren Artukoğulları’nın doğrudan rolü söz konusudur. Bu bölge Semerkant’dan gelen Hanefi-Matüridi âlimlerin konağı olmuştur.
Atabek Arslandoğmuş isimli yönetici büyük bir medrese yapmış ve vakfiyesinde de bu medresenin müderrisinin mutlaka Hanefî ve zâhid olması şartını koymuştur. Yine Kayseri’deki Hunad Hatun medresesinin vakfiyesinde de müderrisler için Hanefî mezhebine mensup olma şartı koşulmuştur. Konya’da açılan medreslerin vakfiyesinde de aynı şartlara rastlarız. Bunlar, Hanefîliğin Anadolu’daki belirleyiciliğini yansıtması bakımından önemlidir.
Selçuklu’dan Osmanlı’ya devreden miras
İbnü’l-Bezzâzî el-Kerderî’nin Ebû Hanîfe’nin hayatını kaleme aldığı eser, Sultan II. Murad’ın isteği üzere Türkçeye tercüme etmiştir. Bu tercümenin girişinde Halebî, Ehli Sünnete ve Ebu Hanife mezhebine övgüler düzmüştür.
Ebû Hânife’nin el-Fıḳhü’l-ekber ve el-Vaṣiyye’sinin, Ebü’l-Muîn en-Nesefî’nin Baḥrü’l-kelām’ının, Sirâcüddîn el-Ûşî’nin el-Emâlî’sinin Anadolu’da her yazma kütüphanede birçok kaydını bulabilirsiniz. Dolayısıyla Matüridi itikadı Hanefilik üzerinden kendine her zaman toplumsal bir yer bulmuştur.
Hızır Bey’in oğlu Müftîpaşa Ahmed’in Sultan II. Bayezid’e ithaf ettiği Taḥḳîḳu’l-esrâr adlı eser de Hanefîlik vurgusunu güçlü bir şekilde öne çıkarır. Matüridi akaidine dair yazdığı el-Ḳasîdetü’n-nûniyye ile meşhur olan Hızır Bey, Fatih Sultan Mehmed tarafından görevlendirilmiş ilk İstanbul kadısıdır. Hızır Bey’in en önemli vasfı, hemen hepsi Sahn-ı Semân müderrisi olan Şemseddîn Hayâlî, Hocazâde Muslihuddîn Mustafâ, Kemalpaşazâde, Taşköprîzâde ve Ebüssuûd Efendi gibi pek çok âlimin yetişmesine vesile olmasıdır. Teftâzânî’nin Şerḥu’l-aḳâ’id’i, Osmanlı ilim geleneğinde oldukça çok okunan bir eserdir. Fakat bu metnin okunması üzerinden Osmanlı’yı Eş’ari ilan edenlerin unuttuğu nokta, bu metne yukarıdaki âlimler tarafından yazılan Haşiyelerle metnin Matüridilik üzerinden yeniden yoruma tabi tutulmuş olmasıdır.
Şerhu’l akâid üzerinden Osmanlıyı Eş’ari ilan etmek, Mutezili Zamahşeri’nin tefsirini okudukları için Mutezili, İsmaili Nasırüddin Tusi’nin eserlerini okudukları için de İsmaili ilan etmek kadar abestir.
Osmanlı’nın Maturidilik savunusu
Aksine Osmanlı uleması birkaç mesele üzerinden sürekli Eş’arilikle entelektüel olarak hesaplaşmış ve Matüridilik konusunda saflarını sıklaştırmıştır. Bunlardan birisi Sadrüşşerîa’nın, Râzî üzerinden Eş‘arîlerle hesaplaştığı ve Fıkıh Usulünde “Mükaddeme-i Erbea (dört mukaddime)” olarak bilinen meseledir. İnsan fiillerinin ahlakiliği meselesini ele alan bu tartışmalarda Osmanlı âlimleri “neden Matüridiliğin haklı olduğunu” ispatlamaya çalışmışlardır. Kâtip Çelebî Fatih Sultan Mehmed’in huzurunda da bu konuda tartışmaların yapıldığını aktarmaktadır. Sultan’ın meseleyi tartışmaları için saraya davet ettiği âlimler arasında Molla Alaeddîn Arabî, Molla Hatibzâde, Molla Lütfî, Molla Kestellî gibi âlimler bulunmaktadır. Bu alimler Taftezâni’ye karşı Sadrüşşerîa ve Matüridi’yi savunmuşlardır.
16. yüzyıldan sonrada karşımıza Eş’arilerle Matüridiler arasındaki ictihad ayrılıklarını ele alan metinler çıkar. Ayrıca bu konuda metin yazanların birçoğunun Nakşi meşayihinden olması ve Matüridiliği savunması da oldukça dikkat çekicidir. “İşârâtü’l-merâm” adlı eserin sahibi Beyazîzâde Ahmed Efendi bunların başında gelir. Bu konuda Nakşi Şeyhlerinden Ebû Saîd el-Hâdimî’de özellikle Matüridiliği anarak bu konuda eser kaleme almış önemli bir şahsiyettir. Besmele şerhinde Eş’ariliğe karşı Matüridiliği ve Vasiyye şerhinde de Ehl-i sünnetin bir kolu olarak Matüridiliği açıkça savunmuştur.
Üçüncü mesele olarak karşımıza “irade-i cüz’iyye” risaleleri çıkar. İnsan iradesi meselesinin ele alındığı bu metinlerde Osmanlı uleması Eş’ariliğe karşı yine Matüridiliği savunmaktadır. Söz gelimi Türkiye’de bazı çevreler tarafından kasıtlı olarak Selefi olarak gösterilen İmam Birgivi Hazretleri “et-Ṭarîḳatü’l-Muhammediyye”’sinde irâde-i cüz’iyye konusuna yer vermiştir. Eş‘arî’nin yaklaşımının orta yolcu bir cebri değil aksine tam bir cebri olduğunu dile getirmiştir. Birgivî, Matürîdî’nin kula seçim hakkını sunan yaklaşımının daha doğru olduğunu savunmuştur.
Şeyhzâde el-Amâsî ve Mestcizâde Abdullah Efendi başta olmak üzere 19. yüzyıla kadar irili ufaklı yüzlerce risale yazılmıştır. Bu risalelerin birkaçı hariç çoğunda Matüridiliğin daha doğru olduğu savunulmuştur. Öyle ki İzmir ve Mısır kadılığı yapmış Muhammed Akkirmânî yazdığı risalede Matüridiliğin Ashab ve Tâbî’inin mezhebi olduğunu savunmaktadır. Ve yine 15. yüzyıldan itibaren yazılan akaid eserlerinde “Ehl-i sünnet ikidir: Eş’arilik ve Matüridilik” şeklinde bir tanım Anadolu’dan Balkanlara kadar üzerinde icma oluşan bir konudur.
Özellikle Osmanlı’nın son döneminde hem bürokrasi hem de tasavvuf sırtını Hanefi-Matüridiliğe yaslamıştır. Bunun iki örneği oldukça dikkat çekicidir. Birisi Ahmed Cevdet Paşa’dır; diğeri de Nakşî-Halidî şeyhi Gümüşhaneli Ahmed Ziyaeddin Efendi’dir. Ahmed Cevdet Paşa’nın bir dipnotunu örnek olması açısından vermek istiyoruz. İbn Haldun Mukaddimesinin Tercümesinde Ahmed Cevdet Paşa Eş’ari ile Matüridi arasındaki farklara değinen uzun bir dipnot yazmıştır. Ahmed Ziyauddin Gümüşhanevî hazretlerinin ise temel eserinin adı bile bu konudaki tavrını ortaya koymaktadır: ''Câmiü'l-mütun fî hakkı envai's-sıfati'l-ilahiyye ve'l-akaidi’l-Matüridiyye ve’l-elfazi’l-fikri ve tashihi’l-a’mali’l-acibiyye...”
Sonuç olarak Matüridilik Cumhuriyetle inşa edilen değil, keşfedilen bir kimliktir. Matüridilik Anadolu’da Selçuklularla birlikte Hanefiliğin asli bir parçası olarak var olan kadim köklerimizdir. Cumhuriyet onu, muhafaza ederek bugüne aktarmaya çalışmıştır. Burada Osmanlı’dan Cumhuriyet’e intikal eden bir geleneğin taşıyıcısı olması anlamında Sahîh-i Buhârî Muhtasarı Tecrîd-i Sarîh Tercümesi ve Şerhinde Merhum Kamil Miras’ın “İmamü’l-Hüda Ebû Mansûr-i Mâtürîdî Hazretleri” şeklinde metin içinde yaptığı atfını ve dipnotta Mâtürîdî’nin kısa bir biyografisini eklemesini hatırlamak faydalı olur.
Çağımızda bazılarının Arap milliyetçiliğinin ortaya attığı selefileşmekten değil de Hanefi Matüridiliğin yeniden keşfedilmesinden rahatsızlık duymaları işimizin ne kadar da zor olduğunu gösteriyor. Sırtını kadim geleneğe yaslayan toplumlar değil Selefilik gibi 'çağdaş' projelere yaslayan toplumlar daha hızlı sekülerleşir ve savrulur. Bugün Hanefi-Matüridiliği yeniden hatırlamamızın nedeni Batıni-Radikal ve Seküler tehditler karşısında savunma hattımızın yıkılmış olmasıdır. Tabii anlayana...
Bu köşe yazısı 18.05.2018 tarihinde Türkiye Gazetesi'nde yayımlandı.
Burcu Aydın, Dr.
05/10/2024
Fatih Özatay, Dr.
04/10/2024
M. Coşkun Cangöz, Dr.
03/10/2024
Fatih Özatay, Dr.
02/10/2024
Güven Sak, Dr.
01/10/2024