TEPAV web sitesinde yer alan yazılar ve görüşler tamamen yazarlarına aittir. TEPAV'ın resmi görüşü değildir.
© TEPAV, aksi belirtilmedikçe her hakkı saklıdır.
Söğütözü Cad. No:43 TOBB-ETÜ Yerleşkesi 2. Kısım 06560 Söğütözü-Ankara
Telefon: +90 312 292 5500Fax: +90 312 292 5555
tepav@tepav.org.tr / tepav.org.trTEPAV veriye dayalı analiz yaparak politika tasarım sürecine katkı sağlayan, akademik etik ve kaliteden ödün vermeyen, kar amacı gütmeyen, partizan olmayan bir araştırma kuruluşudur.
On dört asırdır bize kadar gelen İslam anlayışının ana akımını temsil eden Sünniliğin makul, kapsayıcı, farklılıklara karşı hoş görülü dili eridikçe, toplumda uçlarda kalması gereken, marjinal görüşler merkezi işgal etmeye başladı. İslami bilimler hiyerarşisi yerini ideolojik, siyasi akımların günü birlik manifestolarına bıraktı. Derinliği olmayan, metafizik gerilimden uzak, hukuk ve usul bilgisinden yoksun, hikmetsiz ve irfansız ideolojik söylemler güneşin ilk yakışında sararıp solmaya, kurumaya ve biçilip atılmaya mahkûmdurlar. Nitekim öyle de oluyor, yüzyıldır statüko adına eleştirilen, pasifizmle suçlanan, “mezhepçilik” diye yerlere vurulan Sünniliğin yerine, sokağı işaret eden, eylem çağrısı yapan söylemler hiçbir meselemizi çözebilmiş değiller.
Türkiye’de Müslüman ve muhafazakâr çevre Sünniliğe sırtını döndükçe, Arap dünyasından çıkan radikal akımlar ve Selefilik, “Ehlisünnet müdafaası” adına kendi aşırı yorumlarını ana akım hâline getirecek operasyonlar çekiyor. Bastıkları binlerce kitapla Anadolu’nun masum gençlerini ehlisünnet adı altında Selefiliğe davet ediyorlar. Bir yanda Sünnilik adına yayılan kara propaganda bir yanda da Sünniliğin altını oyan radikalizm tehdidi… Elbette bir üçüncü hat olarak da Türk solunu anmakta fayda var.
Gazi Mustafa Kemal’in bile Cumhuriyeti kurarken Sünniliğin ana yorumlarına sırtını dayadığını göremeyen Türk solunu ne yapmalı bilmiyorum.
Cumhuriyetin ilk tefsiri olan Elmalı’da gerekse kıymetli bir hadis külliyatı olan Sahîh-i Buhârî’nin bir özeti ve tercümesi olan Tecrîd-i Sarîh Tercümesinde Hanefi-Matüridiliğin ve Sünniliğin etkisi çok açıktır. Tecrîd-i Sarîh Şerhinde Merhum Kâmil Miras, İmam Matüridi hazretlerine yer vermeyi gerekli görür. Cumhuriyet döneminin büyük fıkıh ve hukuk âlimi, mebus ve adliye vekili Seyyid Bey’in eserlerinde de çok açık Matüridilik vurgusu öne çıkar. Kendisi İstanbul Darülfünunda fıkıh hocalığı yapmıştır. Cumhuriyetin kurucu aklı Sünniliğin Hanefi-Matüridi yorumunu esas alırken, Türk solunun Sünniliği mezhepçilik olarak yadsıması anlaşılır gibi değil. Muhtemelen onların da aklı oldukça karışmış durumda. Velhasılıkelam uzunca bir süredir Türkiye’de sol, dindar muhafazakâr ve Selefi çevrelerin hepsi, mezhepçilik adı altında Sünniliğe karşı bir mesafe koymuş durumda. Umarım bu yazı en azından Sünniliğin, yeniden düşünülmesine vesile olur.
Sünnilik konusunda en temel yanlışı düzeltmekle başlayalım. Sünnilik asla bir mezhep değildir. Bu yüzden Sünnilikten konuşan birinin mezhepçilikle suçlanması kadar anlamsız bir iddia olmaz. Sünnilik tarihsel süreç içerisinde mezheplerin kurumsallaşması ve Müslümanların ortak rızasını kazanması ile oluşmuş bir yapıdır. Bu yapı âdeta bir mezhepler konfederasyonu gibidir. Sünnilik dört fıkıh mezhebi (Hanefilik, Malikilik, Şafiilik ve Hanbelilik) ile iki kelam mezhebinden (Eş’arilik ve Matüridilik) oluşan büyük bir çatı kimliği temsil eder. Dolayısıyla Sünnilik dendiğinde aklınıza bir mezhep değil bir üst-meta söylem gelmelidir. Demek ki bilmemiz gereken en temel, birincil bilgi: Sünnilik bir mezhep değildir. Mezhepçi olan Sünni olamaz.
Sünnilik daha çok Şiiliğin karşısında konumlanmıştır. Bunun sebebi ise Şiilik ile Sünnilik arasındaki siyasi egemenlik kavgasıdır. Şiilik itikadi ya da fıkhi bir mezhep olmaktan daha çok siyasi bir mezheptir. Müslümanların yönetimini kendi tekelinde gören ve bunu itikadileştiren bir iddiaya sahiptir. Problem “Bizi kim yönetecek?” sorusuyla ilgilidir. Sünnilik için bizi kim yönetecek sorusunun çok fazla önemi yoktur. O iktidar alanını Müslümanların reyine bırakır. Tarihsel şartlar da bunu doğrular. Sünni siyaset anlayışında önemli olan bizi kimin yönettiği değil nasıl yönettiğidir. Bu nedenle her ne kadar Hilafetin Kureyş soyuna ait olduğu rivayeti kabul edilse de, Türklerin yönetimi için bu ilke yumuşatılmıştır.
Şiilik için ise bizi kim yönetecek sorusu, yalnızca siyasi bir soru değil itikadi bir sorudur. İmamiyyet denilen bizi kim yönetecek meselesi Şiilik açısından tarihe yön veren ana ilkedir. Şia, Hazreti Ali bin Ebi Talib’in, Hazreti Muhammed’den hemen sonra nass ve tayinle halife olduğuna inanan, imametin insanlığın sonuna dek Hazreti Ali’nin soyunda devam edeceğini ileri süren, bu imamların masum olduklarını iddia eden toplulukların müşterek adıdır. Görüldüğü gibi Şii anlayışın merkezinde Hazreti Ali’nin Hazreti Peygamber tarafından imam/halife olarak tayin edildiği inancı bulunmaktadır. Aslında Şiiliği diğer İslam mezheplerinden ayıran en belirgin özellik de, Hazreti Ali’’nin nass ve tayinle imam olduğu inancıdır. Bununla birlikte Hazreti Ali soyundan imametin nasıl ve kimlere geçtiği konusundaki ihtilaflar Şiiliğin kendi içinde farklı fırkalara ayrılmasına yol açmıştır. Bu yüzden Şiilik, Hazreti Muhammed’den sonra gelen halifelerin meşruiyetini sorgularken Sünnilik bu sorgulamayı kesinlikle reddeder. Sünnilik ile Şiilik arasındaki rekabet, siyasal alanın nasıl tanzim edileceği ile ilgilidir. Bilmemiz gereken ikinci ilke: Sünnilik siyasal alanı ümmetin reyine bırakmışken Şiilik siyasal alanı teokratik, sorgulanmaz bir alana hapsetmiştir.
Türkiye’de Alevi-Bektaşilerin Sünnilik ile tarihsel olarak itikadi anlamda büyük sıkıntı yaşamamış olmasının nedeni de böylece ortaya çıkmış olur. Zira Türkiye’de Alevi-Bektaşi geleneğin ehlibeyt sevgisi ile resmî Şiiliğin siyaset söylemi asla birbiriyle örtüşmez. Alevi-Bektaşiliğin bizi yönetecek olanın Allah tarafından tayin edilen bir insan olduğuna ve bunun masum, korunmuş olduğuna inanması söz konusu değildir. Osmanlı döneminde yaşanan krizlerin sebebi de aslında bazen Anadolu’daki bazı grupların İsmailiğin siyasi tezine sahip çıkması ve Mehdici hareketlere destek vererek Osmanlı yöneticilerinin egemenliğini tanımamasından kaynaklanmıştır. Egemenliğe yönelik bir saldırı olmadıkça her türlü görüş kendine ifade imkânı bulabilmiştir. Bu durumda yöneticinin nass ile tayin edildiği, korunmuş ve masum olduğu tezini benimsemeyen Alevi-Bektaşilik, Sünniliğin bir rakibi değildir. Aksine Anadolu’da Bektaşiliğin mezhep olarak Hanefiliği tercih ettiğini, Yeniçeri ocağının resmî sancağının Ebu Hanife sancağı olduğunu biliyoruz. Balkanlarda Bektaşilerin Hanefiliği benimsedikleri, akaid konusunda Sünni olduklarını da unutmamak gerekir. Alevilik ile Sünniliğin karşı karşıya gelmesi oldukça erken dönemdeki siyasi kavgaların bir sonucudur. Sünniliğin Selefileşmesinin, Aleviliğin aşırı Marksist sol görüşlere açılmasının etkisi önemlidir. Bu açıdan bilmemiz gereken üçüncü ilke: Sünnilik, Aleviliğin değil resmî Şii söylemin rakibidir.
Sünnilik üzerine konuşmaya başladığımızda ilk aldığımız tepki, “Mezhepçilik yapma!” oluyordu. Sünniliğin bir mezhep olmadığını öğrendiğimize göre bir mezhebe bağlı olmanın da bir dogmatizm olmadığını açıklamamız gerekir. Genelde mezhep ve Sünniliğin kendi dışındakilere yaşama hakkı tanımayan bir dışlayıcılık içinde olduğu sıklıkla dile getirilir. Oysa dışlayıcılık ve dogmatizm, tek bir mezhebin inançlarının doğru olduğu ve tek bir mezhebin müntesiplerinin kurtuluşa ereceği iddiası ile mümkündür. Buna karşılık Sünnilik kendi içinde birçok farklı mezhebin görüşlerinin kendi şartları içinde isabetli olabileceğini kabul eden bir çoğulculuğa sahiptir. Ayrıca bir mezhep içinde bile kurucu imamlara sonra gelen mezhep imamlarının muhalefet etme imkânının bulunduğunu onaylar. Bu da mezhep içi görüşlerin sürekli yenilenerek zamana uyumlu hâle gelmesini sağlar. Bu açıdan mezhepler durağan yapılar değil dinamik yapılardır. Sünniliğin, Sünni olmayan diğer (bid’at) grupları tekfir ettiği iddiası da doğru değildir. Bu her şeyden önce “Ehlikıble tekfir edilemez” ilkesine aykırıdır. Sünnilik kendi dışındakilerin hatalı olduğunu iddia eder ama onların hayat hakkına asla saldırmaz. Bir inancın doğruluğunu kabul etmek ve savunmak mutlaka diğerlerinin hayat hakkına saldırmak anlamına gelmez.
Sünniliğin kurucu imamlarından Ebu Hanife hazretlerinin yer verdiği bir rivayette Hazreti Peygamber’den şöyle bir hadis nakledilir: “Allahü teala şöyle buyuruyor: Kullarımı ben aralarında kıyamet günü hükmedip, yerlerine göndermeden, siz cennet veya cehenneme göndermeyin.” Buna bağlı olarak da Ebu Hanife hazretleri “Allah’ın müjdeledikleri hariç hiç kimse hakkında şu cehennemliktir şu cennetliktir, diyemeyiz” der. Bu durumda nasıl olur da Sünnilik kendi dışında kalan grupları cehenneme gönderir. Sünniliğin iddiası ancak bu yanlış, batıl iddiaların kişiye ahirette zarar vereceğini söylemek ve bunun hakkında doğru olanı ortaya koymaktır. Bu açıdan bakıldığında Sünnilik hakkında bilmemiz gereken dördüncü ilke: Sünnilik tekfirci ve dışlayıcı değil kapsayıcıdır.
Son olarak yine Sünniliğin kurucu bir metni olarak kabul etmemiz gereken Hakîm es-Semerkandî’nin Sevadu’l-A’zam metninde dördüncü meselede zikredilen ehlisünnetin ahlaki bir özelliğini hatırlatmak isterim. “İnsanların günahlarını onlara bırakın”, yani Müslümanlar olarak birbirinizin günahını araştırmak için yarışmayın. “İnsanları adalete davet edin, aşırılıktan, arzularınızın sınırsız isteklerinden kaçının.” Demek ki Sünnilik ne kuru bir hukuk ne de sadece bir akaid meselesidir. Sünnilik ahlaki bir tavır ve toplumsal bir adalet fikridir.
Sonuç olarak:
1. Sünnilik bir mezhep değildir. Mezhepçi olan Sünni olamaz.
2. Sünnilik siyasal alanı ümmetin reyine bırakır. Şiilik ise siyasal alanı teokratik, sorgulanmaz bir alana hapseder.
3. Sünnilik Aleviliğin değil resmî Şii söylemin rakibidir.
4. Sünnilik tekfirci ve dışlayıcı değil kapsayıcıdır.
5. Sünnilik ahlaki bir tavır ve toplumsal bir adalet fikridir.
Bu köşe yazısı 08.09.2018 tarihinde Türkiye Gazetesi'nde yayımlandı.
Burcu Aydın, Dr.
05/10/2024
Fatih Özatay, Dr.
04/10/2024
M. Coşkun Cangöz, Dr.
03/10/2024
Fatih Özatay, Dr.
02/10/2024
Güven Sak, Dr.
01/10/2024