TEPAV web sitesinde yer alan yazılar ve görüşler tamamen yazarlarına aittir. TEPAV'ın resmi görüşü değildir.
© TEPAV, aksi belirtilmedikçe her hakkı saklıdır.
Söğütözü Cad. No:43 TOBB-ETÜ Yerleşkesi 2. Kısım 06560 Söğütözü-Ankara
Telefon: +90 312 292 5500Fax: +90 312 292 5555
tepav@tepav.org.tr / tepav.org.trTEPAV veriye dayalı analiz yaparak politika tasarım sürecine katkı sağlayan, akademik etik ve kaliteden ödün vermeyen, kar amacı gütmeyen, partizan olmayan bir araştırma kuruluşudur.
Kabul edelim ki 27 Nisan, öncesi ve sonrasıyla yarı başarısız bir post-modern darbe girişimiydi. Yarı başarısızdı, çünkü AKP'nin iktidarı bir kez daha ele geçirme, Recep Tayyip Erdoğan Erdoğan ya da Abdullah Gül'ün cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturmasını engelleme çabası boşa çıktı. AKP oy oranını arttırarak iktidara tekrar geldi, Gül de yakında cumhurbaşkanı seçilecek. Ancak "darbe", AKP'nin değişmesine, kendini liberalleşerek yenilemesine zemin hazırladığı için de başarılıydı.
Asker, sivil ve basın ittifakının böylesine yoğun baskısı olmasaydı, büyük bir olasılıkla AKP değişemez, bu denli farklılaşamazdı. Bülent Arınç bütün ağırlığı ve haşmetiyle Meclis Başkanlığı koltuğunu işgal etmeyi sürdürür, yaptığı "ilginç" açıklamalarla partisini köşe sıkıştırmaya devam ederdi. Türkiye'de laiklik fay hattı üstünde sallanıp dururdu. Yine büyük bir olasılıkla Erdoğan yeni hükümeti farklı bir yapı üstüne oturturdu.
Askerler her istediklerini elde edemediler ama AKP'nin değişmesine ileride siyaset bilimcilerin tescil edeceği gibi, anti-demokratik yöntemlerle katkıda bulundular. Aynı zamanda da Türkiye'nin demokratikleşmesine, demokrasi kültürünün kök salmasına farkında olmadan yardımcı oldular. Müdahaleleri olmasaydı bizler bu konuyu bu denli tartışıyor olmazdık.
Yaptıkları her açıklama paradoksal bir şekilde etkilerinin daha da azalmasına yol açtı. Sonunda kredilerini tükettiler. Bundan sonra yapacakları her açıklama daha az etkili olacak. Ayrıca, AKP'nin değişimine katkıda bulunurken, iktidara daha güçlü bir şekilde gelmesine, liberallerin AKP'yi daha fazla desteklemesine yardımcı oldular. Kısacası biraz kazandılar ama çok da kaybettiler.
Bu arada Türkiye'ye de çok şey kaybettirdiler. Dünyadaki demokratik Türkiye imajı yerle bir oldu. Türkiye bir kez daha üçüncü dünya ülkesi damgasını yedi. Bu çekişme devam ederse, AKP ile askerler arasındaki güven bunalımı sürerse, Türkiye'nin daha da fazla zarar görmesi kaçınılmaz.
Görüldüğü kadarıyla AKP kanadı güven bunalımının bitmesi için elinden geleni yapıyor. Umarız askerler de ellerinden geleni yapar ve her istediklerini elde edemeyeceklerini, elde ettikleriyle yetinmeleri gerektiğini, AKP'nin iktidara gelmesi ve Gül'ün cumhurbaşkanı seçilmesiyle aslında hiçbir şey kaybetmediklerini, sadece Türkiye siyasetinin sosyolojisine uyum sağladığını görürler.
Çünkü 27 Nisan öncesi ve sonrasında olduğu gibi iktidarı yıpratmak mantığı üstünden yapacakları her çıkış, Türkiye'nin çıkarlarına daha fazla zarar verecek, sorunların daha da fazla içinden çıkılmaz hale gelmesine yol açacak. Bundan sonra Kuzey Irak sorunu Milli Güvenlik Kurulu (MGK) toplantılarında ve kendi parametreleri çerçevesinde ele alınmalı, Kıbrıs AKP'yi zorlamanın aracı olmaktan çıkmalı.
Özellikle de Kıbrıs sorunu Avrupa Birliği (AB) ile ilişkiler ve Türkiye'nin geleceği açısından çok önemli. Sağduyuyla ve somut veriler üstünden tartışılması şart. Üstelik de bu soruna askerler doğrudan taraf. Çoğumuz bilmese de, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti (KKTC) Anayasası'nın geçici 10. maddesi askerlere KKTC'nin iç işlerine doğrudan karışma hakkı veriyor ve Türkiye'nin adada işgalci olarak tanımlanmasına yardım ediyor. KKTC'nin bağımsız bir devlet olarak -tanınmasına değil- görülmesine engel oluyor.
Frank Hoffmeister* gibi Türkiye'ye ve Kıbrıs Türklerine yakın duran hukukçular bile KKTC'nin devlet olarak görülememesinin ardında yatan temel nedenin askeri etkin kontrol olduğunu söylüyor. Zaten bu görüş Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarında da tescil edilmiş bulunuyor, Kıbrıs sorununu biraz takip eden herkes tarafından da biliniyor.
Bu engelin ortadan kalkması için yapılması gereken ise basit: Bir yandan KKTC Anayasası değişmeli, diğer yandan da Türkiye ile Amerika arasında olduğu gibi askerler için statülerini belirleyen bir antlaşma imzalanmalı. Bu yeni bir şey değil. Yıllardır biliniyor. "Garanti ve İttifak Antlaşmaları"na zarar vermesi de söz konusu değil. Eski Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş da dahil pek çok insan tarafından dillendirildi.
Fakat buna Genelkurmay bilinmeyen nedenlerle itiraz ediyor. Oysa Rum tarafının köşeye sıkıştırılması, Türkiye üstündeki baskının azalması için bu itirazın ortadan kalkması şart. Bu da ancak ve ancak AKP ile askerler arasındaki güveninin tesis edilmesiyle mümkün. AKP askerden çekinirse, asker Kıbrıs sorununu kendi parametreleri içinde göremezse, sıkışıp kalırız, hiçbir diplomatik manevra yapamayız.
Benzeri şeyleri Türkiye'nin Gümrük Birliği sorumlulukları açısından da söylemek mümkün. Ancak askeriyle, siviliyle, sivil toplumuyla, basınıyla beraber çalışan, birbirine güvenen bir Türkiye şu anki tıkanıklığın aşılmasını sağlayabilir. Ancak ve ancak o zaman Gümrük Birliği'nden doğan sorumlulukların yerine getirilmesinin Güney Kıbrıs Rum Yönetimi'ne taviz vermek olmadığı, tam tersine kendimizi sıkıştırdığımız köşeden çıkmamıza yardımcı olacağı anlaşılabilir...
---
Bkz. Frank Hoffmeister, Legal Aspects of the Cyprus Problem (Leiden: Martinus Nijhoff Publishers, 2006), özellikle de 39-59. sayfalar arası
Bu köşe yazısı 20.08.2007 tarihinde Referans Gazetesi'nde yayınlanmıştır.