TEPAV web sitesinde yer alan yazılar ve görüşler tamamen yazarlarına aittir. TEPAV'ın resmi görüşü değildir.
© TEPAV, aksi belirtilmedikçe her hakkı saklıdır.
Söğütözü Cad. No:43 TOBB-ETÜ Yerleşkesi 2. Kısım 06560 Söğütözü-Ankara
Telefon: +90 312 292 5500Fax: +90 312 292 5555
tepav@tepav.org.tr / tepav.org.trTEPAV veriye dayalı analiz yaparak politika tasarım sürecine katkı sağlayan, akademik etik ve kaliteden ödün vermeyen, kar amacı gütmeyen, partizan olmayan bir araştırma kuruluşudur.
Çağımızda insanımızın en çok şikâyet ettiği şeylerin başında ahlak sorunu geliyor. İslam son din, Hazreti Peygamber son peygamber, dinimiz çok güzel ama nedir bu Müslümanların hâli!.. Bir Müslüman gördüğümüzde neden, güvenemiyoruz. Mesele çok derin ve çetrefilli bir soru aslında...
Şimdilik bu meseleyle hesaplaşmayı bir kenara bırakıyorum. Benim asıl dinlemenizi istediğim mesele başka. Neo-Mutezili akımlar ve Selefiler Müslümanların ahlaki zaaflarının nedeninin, Ehl-i sünnetin 14 asırlık iman tanımı olduğunu iddia ediyorlar. Meğer Müslümanlar amelleri imana dâhil etmedikleri, ameli imandan bir cüz kabul etmedikleri için ahlaken zayıf düşmüşler. Okuyucularımız için bu amellerin imana dâhil olmaması meselesini biraz açmak istiyorum...
Ebu Hanife hazretlerinin formüle ettiği ve daha sonra da Ehl-i sünnet tarafından ortak bir ilke olarak kabul edilen tanıma göre iman: Kalp ile tasdik dil ile ikrardır. Diğer bir deyişle iman, bireyin ihtiyari kesin bir onayıdır. Bu tanımda ameller imana dâhil edilmemiştir. Dolayısıyla amellerin imana dâhil olmaması demek, bir kişinin günah işlese veya Allah’ın emrettiklerinden bazılarını yerine getirmese dahi Müslüman ve mümin kabul edileceği anlamına gelmektedir. Ebu Hanife hazretleri ve daha sonra onu takip eden Ehl-i sünnet amellerin imanın aslına dâhil olmadığını, dolayısıyla büyük günah işlese dahi bir Müslümanın imanının kalacağını söylemişlerdir.
Peki, bu konuda delilleri nedir? Öncelikli delilleri Kur’ân’ın büyük günah işleyen kimseleri, mümin olarak isimlendirmeye devam etmesidir. Söz gelimi Tahrim suresi 8. âyette ve birçok benzerinde Yüce Allah “Ey müminler! Hepiniz Allah’a tövbe ediniz” buyurmaktadır. Tövbe ancak günah için istendiğinden burada müminin aynı zamanda günahkâr olduğu sonucu da zorunlu olarak ortaya çıkar. Aynı şekilde Yüce Allah Kur’ân’da zina eden, adam öldüren kimseler için de “Ey iman edenler!” hitabında bulunmaktadır. Bu ve benzeri birçok âyet Kur’ân’da Yüce Allah’ın günah işleyenleri mümin ve Müslüman olarak isimlendirdiğini göstermektedir. O hâlde Allah’ın onlar hakkında esirgemediği mümin ismini biz nasıl yasaklayabiliriz?
Bir diğer delil de Sahabenin de bu şekilde davranmış olmasıdır. Çünkü Hazreti Ali (radıyallahü anh) Haricileri amellerinden dolayı tekfir etmemiş ve Allah Kur’ân’da büyük günah işleyen kimselere “Ey iman edenler” olarak seslendiğinden onların da mümin olduğunu söylemiştir. Ameller imana dâhil olmuş olsaydı, günahlar sebebiyle iman da zarar görür ve yokluğuna hükmedilebilirdi. Bu da tekfirin kapısını açardı. Bu nedenle Ehl-i sünnet “iman”da ihtiyari kesin onayı asıl kabul etmiş, bu onayın, tasdikin olduğu yerde imanın olduğunu, amellerin bulunmamasının kişiyi günahkâr yapacağını ama dinden çıkarmayacağını söylemiştir. Ebu Hanife’nin dediği gibi iman, ancak girdiği kapıdan çıkar. İman onay/tasdik olduğuna göre onu yok edecek şey de karşıt bir onay yani tekzip/yalanlama ve inkârdır.
Şimdi bugün özellikle radikal gruplar, Modernistler ve Neo-Mutezililer bu tanımın amelleri önemsizleştirdiği, Müslümanları gevşekliğe, lakaytlığa sevk ettiği gibi oldukça absürd bir iddiada bulunmaktadırlar. Onlara göre bu tanımdan dolayı ahlaki açıdan düşük bir Müslüman kimliği ortaya çıkmış, Müslümanlara amellerin değersizliği öğretilmiş. Mantıkta buna “Genelleştirme Safsatası” yani A dicto secundum quid ad dictum simpliciter, denir. “Meşru müdafaa için adam öldürmek yanlış değildir” derseniz, bunlar hemen "bak, bunlar adam öldürmeyi meşru görüyor” diye bağırmaya başlarlar. Ama olsun nasıl olsa, bu kara propaganda tutmaktadır. Ehl-i sünnetin gönümüzdeki kaderi de böyle bir şeydir. Ayağı kaysa düşse sorumlusunu Ehl-i sünnet bilecek bir topluluk vardır memlekette. Neredeyse 14 yüzyıldır büyük bir Müslüman çoğunluğun inandığı itikadi ilkeyi, günümüzdeki ahlak buhranının sorumlusu olarak ilan etmek de böyle bir kafanın ürünüdür.
Öncelikle bu iddia tarihsel vaka ile çelişmektedir. Eğer bu iddianın sahiplerinin dedikleri doğru olsa Müslüman Sünni çoğunluğun, 14 yüzyıldır ahlaken zaaf içinde olması gerekirdi ki bu iddia edilemez. Yani bu ilkeye inanan, savunan Mezhep İmamları, Sufiler, Alperenler, âlimler bugünün modernist Selefilerinden daha az mı ahlaklıydılar!.. İslam toplumu 14 yüzyıldır ahlaksız mı yaşamıştı? Biliyorum iddianın ne kadar saçma olduğunu tarihsel vaka bile ispata yetmektedir. Ama yine de biz amelleri imana dâhil olmayanların gerçekte ne demek istediğini daha iyi anlamaya çalışalım.
Ebu Hanife ve diğer Ehl-i sünnet âlimler, amelleri imana dâhil görmeyerek, Müslümanın hayatında amellerin önemsiz olduğunu mu söylemek istemişlerdir? Elbette ki hayır, bu onların kesinlikle onaylamayacakları bir iddia olur. Tam aksine Ebu Hanife de diğer Sünni âlimler de amellerin yerine getirilmesinin önemini her zaman vurgulamışlardır. Onlara göre iman bizi ebedi cehennem azabından korur ama asla tek başına kurtuluşumuzu garanti altına almaz. İmanı elinizdeki “bir” gibi düşünün, amelleriniz o “bir”in yanına atacağınız sıfırlar gibidir. Dolayısıyla ne Ebu Hanife ne de diğer Ehl-i sünnet âlimleri asla "imanınız varsa amelleriniz olmasa da, ne gerek var amellere..." dememiştir. Ebu Hanife amelleri imanın semeresi, meyvesi olarak görür. İman toprağa dikilen fidan gibidir, ahlak ise bu fidanın yeşermesi ve meyve vermesidir. Biz meyve vermiyor diye hemen nasıl her fidanı söküp atmazsak, günahkâr Müslümana da sırtımızı dönemeyiz. Bir Müslümanın iyi, güzel ve doğru eylemler yapması için onunla ilgilenmek zorundayız.
Dolayısıyla bu tanım amelleri önemsizleştirmek şöyle dursun aksine ameller için ne yapmamız gerektiğini de bize söylemektedir. Ehl-i sünnete göre ahlak kesbi, kazanılmış bir hâldir. Birey doğuştan ne iyi ne de kötü doğar, fıtratımız iyiliğe doğru meyillidir ama bu iyliğin ortaya çıkıp çıkmaması öğrenilmiş davranışlara ve ortama bağlıdır. Kimse doğuştan katil doğmaz. Ama kötüye meyilli olan bir birey de geri kazanılabilir; yeter ki biz ondan umudumuzu kesmeyelim. Bu ilkenin kazandırdığı en temel özellik bizi sosyal sorumluluk sahibi kılmasıdır. Hepimiz önce kendimizden sonra da çevremizden sorumluyuz. Hem iyi, güzel ve doğruyu yapmak hem de iyi, güzel ve doğrunun yapılacağı ortamları hazırlamak zorundayız. Çevre, kültür ve inşa ettiğimiz şehir bu nedenle ahlaka uygun olmalıdır.
Bina yaparken komşusunun güneşini, gölgesini kesmeme duyarlılığını ya da kuş yollarının geçiş güzergâhlarını kapatmama sorumluluğunu, göç eden kuşların aç kalmaması için onlara kuş köşkleri yapan zarafet ve merhameti ortaya çıkaran bu Ehl-i sünnet inancıdır. İslam dünyasında sanat, estetik ve ahlak metinleri yazan âlimler ve irfan ehlinin beslendiği ruh Ehl-i sünnetin ruhudur. Osmanlı’nın büyük âlimlerinden Kınalızade Ali Çelebi, yazdığı Ahlak-ı Alâî’de teorik olarak Ehl-i sünnetin bu ilkesine dayanır. Çünkü amelleri imana dâhil etmemek, amellerin özel olarak ahlak disiplini içinde ele alınmasını gerektirir. İmanı kemâl dercesine çıkarmak ahlakla mümkün olacağından, imana dâhil edilen her eylem ahlakın bir parçası hâline getirilir. Böylece ilm-i ahlâk, ilm-i tedbîrü’l-menzil ve ilm-i siyaset ameli hikmet imanın kemalinin sonucu hâline getirilir. Böylece her iman eden zorunlu olarak ahlaklı olmaz ama her iman eden kemâl için ahlaklı olmaya gayret eder. Çünkü ahlak, olduğumuz değil olacağımız bir şeydir. Nefsin tekamülü ile imanın tekamülü birbiriyle ilişkilendirilmiş olur. İman bizi ebedi azaptan kurtarır, imanın kemâli diğer bir deyişle nefsin kemâli yani ahlaklı olmak ise bize hem bu dünya hem de ahiret saadeti sağlar.
Görülüyor ki, günümüz Müslümanının ahlaki zaaflarının sebebi, ne Ehl-i sünnettir ne de amellere imanın dâhil olmadığı, ilkesidir. Peki nedir sebep derseniz, sanırım bunun için bir başka yazı daha yazmak gerekecek. Fakat kısaca şunu söylemeliyim ki; bugün yaşadığımız ahlak veya inanç krizi sadece bize ait değil, aslında çağ bir kriz içinde. Ralph Keyes “Hakikat Sonrası Çağ” adlı eserinde dünyanın giderek daha fazla yalan söylediğini ve yalanı sevdiğini yazıyor. Neden mi? İnanın Ehl-i sünnetten dolayı değil. Ehl-i sünneti bilen var mı ki? Ahlak sorunu tüm insanlığın hızla yayılan temel bir sorunu. Bu konuda yazan uzmanlar meselenin teknolojiden, sosyal medyaya kadar uzanan geniş bir nedenler skalası bulunduğunu söylüyor.
Belki de bizim aklıevveller Ehl-i sünnete saldırmak için bahane aramak yerine eğitime, teknolojinin gençliği nereye savurduğuna “post truth” denilen hakikat sonrası çağa baksalar. Gençlerin internette gördükleri her yazıya hakikat gibi sarılmaları, sosyal gerçekliği sanal sitelerde aramaları ciddi bir bilgi kirliliği oluşturuyor. Hakikat dediğimiz şey anlamını yitiriyor. Geleneği olan ülkeler bu fırtınaya karşı daha dirençli kalabilirken, geleneği olmayan toplumlar ya da gelenekle bağını yitirmiş toplumlar daha kolay savruluyor. Ahlak sorunu bugün için egoistleşen, bencilleşen ve yalnızlaşan insan sorunundan bağımsız düşünülemez. Çıkarın kutsallaştırıldığı bir çağı yaşıyoruz. Kul hakkını itikadi bir mesele olarak gören Ehl-i sünnet mi, liyakatsizliği ilke yapın dedi? Ehl-i sünnete saldırmak yerine bunları konuşmanın zamanı gelmedi mi, ne dersiniz?
Bu köşe yazısı 15.12.2018 tarihinde Türkiye Gazetesi'nde yayımlandı.
Burcu Aydın, Dr.
05/10/2024
Fatih Özatay, Dr.
04/10/2024
M. Coşkun Cangöz, Dr.
03/10/2024
Fatih Özatay, Dr.
02/10/2024
Güven Sak, Dr.
01/10/2024