Arşiv

  • Nisan 2024 (13)
  • Mart 2024 (19)
  • Şubat 2024 (19)
  • Ocak 2024 (18)
  • Aralık 2023 (17)
  • Kasım 2023 (14)
  • Ekim 2023 (15)
  • Eylül 2023 (12)
  • Ağustos 2023 (21)
  • Temmuz 2023 (18)
  • Haziran 2023 (13)
  • Mayıs 2023 (9)

    Ben bakınca neyi göremiyorum?

    Güven Sak, Dr.10 Aralık 2019 - Okunma Sayısı: 2391

    2020 yılına bir kaç hafta kaldı. Artık kimse 2019 nasıldı diye bakmıyor, acaba 2020 nasıl olur diye bakıyor. Her yeni takvim yılı, bir yeni başlangıç umuduyla birlikte geliyor. Öyle ya, 2018 ve 2019’u nasıl olsa kaybettik, geriye bakmanın bir manası yok, geçti bitti. Günün sorusu şudur: 2020 yılında Türkiye ekonomisi nasıl bir performans sergiler? Bu çukurdan 2020’de artık çıkar mıyız? Bu kafayla sanmıyorum doğrusu. Gelin bugün ben bakınca neyi göremiyorum, bir anlatayım.

    Bakın mesela Amerikan ekonomisi yeni yıla pek bir umutlu giriyor. Geçen hafta Kasım 2019 istihdam rakamları açıklandı. Amerika’da işsizlik oranı son 50 yılın en düşük düzeyine inerek yüzde 3,5 oldu. Özel tüketim harcamalarının artma eğilimi de umutları yeşertti doğrusu. Başkan Trump, daha istihdam rakamları açıklanmadan, “İşin aslı ekonomidir, kardeşim” (It’s the economy, stupid) mealinde bir tivit bile attı bu arada, herhalde aklında yaklaşan Amerikan cumhurbaşkanlığı seçimleri ve azil soruşturması tartışması vardı.

    Türkiye, “Dünyanın en sefil ülkeleri” listesinde ilk beşte

    Bizim burada iktisadi vaziyet Amerika ile kıyaslandığında pek de güzel görünmüyor doğrusu. İşsizlik oranı Amerika’da yüzde 3,5 ile son 50 yılın en iyi performansı ise, Türkiye’de işsizlik oranı yüzde 13 civarına takılı duruyor. Özellikle genç işsizliğinde yüzde 27,4 ile rekor seviyede. Üniversiteliler arasında işsizlik yüzde 40’larda, bunların üçte ikisini ise üniversiteli genç kadın işsizliği. Özellikle işsizlik oranının 2018’den beri seyri nedeniyle Steve Hanke’nin Amerikan Cato Enstitüsü için hazırladığı “Dünyanın en sefil ülkeleri” (the most miserable countries of the world) listesinde tam 95 ülke arasında ilk beşte yer alıyoruz.

    Peki, 2020 yılının Türkiye ekonomisi açısından iyi olması nasıl olabilir? Ben bu aralar Ankara’da en çok şunu duyuyorum: “Tüketiciler bir kaç yıldır harcamalarını erteliyorlar. Bankalar, tüketici kredileri vasıtasıyla, devlet ise, kredi kartına taksit sayısını artırma benzeri düzenlemelerle, özel tüketimi destekler.  Artan tüketim harcamaları ile şirketler önce stoklarını artırmak maksadıyla üretimi ve giderek yatırımlarını artırırlar ve ne olur? Türkiye daha tempolu büyür. Bir bakarsınız, büyüme yüzde 5’i aşar”

    Şimdi yazarken doğrusu bu açıklama biçimi bana daha da çok Nasrettin Hoca’nın zengin olma projesi gibi gelmeye başladı doğrusu. Hani Hoca bir gün arazisinin içindeki yolun iki tarafına dikenli telden birer çit yapar. Soranlara “şimdi buradan koyunlar geçecek, geçerken bu dikenli tellere yünleri takılacak, sonra ben o yünleri toplayıp eğirip iplik yapacağım ve daha sonra...” diye anlatır ya, işte tam da öyle. Neden?

    Öncelikle enflasyon, işsizlik ve faiz oranının toplamı olan Sefalet Endeksi bu argüman için bir başlangıç noktası olarak alınabilir. Enflasyon, işsizlik ve faiz oranı toplamından oluşan Sefalet Endeksi’ne göre sıralanan Dünyanın En Sefil Ülkeleri listesinde ilk beş içinde olan bir ülkede tüketici güveni birdenbire öyle fişek gibi yükselir mi? Hayır. Peki, bankaların bu haliyle, bugünlerde, zorunlu karşılık avantajından yararlanma amaçlı sınırlı bir saman alevi dışında, bilançolar hareketlenir mi? Hayır. Avrupa’nın bu halinde ihracat büyümeyi destekler mi diye sormuyorum bile doğrusu. Yine aynı biçimde, bütçenin bu halinde, kamu harcamaları 2020’de büyümeyi destekler mi diye de sormam bile.

    Millet, “elde avuçta kalmadı, kardeşim” diyor

    Tüketici güveni bahsinde, Metropoll’ün Kasım ayı anket sonuçları analize faydalı bir çerçeve sunuyor bana sorarsanız. İlk soru şöyle: “Son bir yıl içinde sizin ve ailenizin geçim şartları/refah düzeyi nasıl değişti?” Ankete katılanların yüzde 59,5’i bu soruya “kötüleşti” diye cevap vermişler. Yalnızca yüzde 16,2’si “iyileşti” demiş. Ak Parti seçmeninde bile kötüleşti diyenlerin oranı iyileşti diyenlerden neredeyse 9 puan daha fazla.

    Şimdi Metropoll’un anketine göre, “geçim şartları son bir yılda kötüleşti diyenlerin” yüzde 32’si bu durumun nedeni, gelir/maaş değişimi ile çalışma durumundaki değişim diyor. Ben bir nevi işsizlik diyeyim, siz daha iyi anlayın. Yüzde 24 ise masraflardaki değişim diyor. Ben enflasyon, hayat pahalılığı diyeyim. Yüzde 21 borçlardaki, yüzde 13 birikimlerdeki değişim diyor. Ben size bunu “elde avuçta kalmadı, kardeşim” diye yorumlayayım. Bir şeyler eriyor.

    Metropoll’un Kasım 2019 bülteninde yer alan “Son dönemde elektrik, doğal gaz ve su faturalarına gelen zamlar yaşam standardınızı ne yönde etkileyecek?” sorusuna ise ankete katılanların yüzde 55,5’i “ciddi biçimde olumsuz etkileyecek”, yüzde 35,7’si ise “kısmen olumsuz etkileyecek” diye cevap vermiş.  Bankaları ayakta tutma amaçlı elektrik ve doğal gaz zamları ankete katılanların yüzde 90’ının geçim şartlarını olumsuz etkiliyor gibi sonuçta.

    Şimdi bu anketteki sorulara verilen cevaplar tüketim harcamalarında banka kredilerine dayalı hızlı toparlanma ihtimalini sanki ciddi bir biçimde sınırlandırıyormuş gibi geldi bana doğrusu. Bakın daha ankete katılanların yüzde 56’sının “ekonominin kötü yönetildiği” kanaatinde olduğundan ve ileriye umutla bakmadığından bahsetmedim bile. Nedir? Tüketim harcamalarından gelen etki bir saman alevi gibi parlar ve sonra söner.

    Bu neyin yokluğudur?

    Bu aralar, ekonomi ile ilgili resmi açıklamaları dinleyince, önce ben neyi atlıyorum diye düşündüğümü itiraf edeyim. Peki, ben bakınca neyi göremiyorum da bir nevi moralim bozuluyor? İdarenin açıklamalarında üç önemli boşluk görüyorum sanırım. Birincisi, banka bilançolarının nasıl temizleneceğine dair bir perspektif göremiyorum. Halbuki Türkiye ekonomisi, şirketlerimizin işletme sermayesi eksikliği nedeniyle, banka kredileri olmadan büyüyemez. Yatırımları geçtim, üretmek için bile bizim banka kredisine ihtiyacımız olur. Böyle bir ekonomide tüketici kredilerinden büyüme türetmek öyle söylendiği kadar kolay olmaz. Not etmiş olayım.

    İkincisi, küresel gelişmeleri takip ederek, önümüze pozitif bir hedef koyan bir yaklaşım göremiyorum. Varsa yoksa, şikayet yetkili ağızlarda. Halbuki mesela Endonezya Amerika-Çin ticaret savaşlarından kendisine bir pozitif gündem çıkartmış gibi görünüyor.

    Öyle duruyor ki, Çin’den geçen Amerikan değer zincirleri hiç bir şey olmamış gibi işlemeye devam etmeyecek. Bunların Çin dışına aktarımı yakın geleceğin önemli bir meselesi olacak. Zaten Çin’de artan işçilik maliyetleri kaynaklı “iten” bir faktör vardı. Şimdi Trump dönemi ile birlikte bir de “çeken” siyasi faktör ortaya çıktı. Bu durumda, Türkiye gibi ülkelerin, değer zincirleri ağındaki değişimden nasıl fayda sağlarız diye düşünmesi gerekiyor. Endonezya plan yapıyor. İçinden değer zinciri geçen ülke olmanın yolunun salt ucuz işçilikten kaynaklanmadığını biliyor ve hukuk sisteminden, altyapıya bir dizi yapısal reform programı tasarlıyorlar. Ama bizim  burada “tık” yok. Pozitif gündem yok. Varsa yoksa, “saldırı altındayız” söylemi. Halbuki negatif gündemden pozitif yatırım hamlesi filan çıkmaz. Yine not edeyim. Akıllarda yer etsin. Yanlıştır. Olmaz.

    Bakınca yokluğuyla gözümü alan üçüncü unsur ise, şeffaflık eksikliği ve kurumsal altyapı erozyonu sanırım ve her geçen gün giderek daha derin bir boşluk haline geliyor. Derin boşluk göz alıyor. Yokluk, varlığını derinden hissettiriyor. Türkiye, 1980’de ve 2002’de devleti şeffaflıkla terbiye ederek krizden çıkmış ve kendi yolunu açmıştı. Yine devleti şeffaflıkla terbiye etmemiz gereken bir krizin içindeyiz. Buradan başka çıkış yok. Daha önce yapmıştık. Yine yaparız.

     

    Bu köşe yazısı 09.12.2019 tarihinde Dünya Gazetesi'nde yayımlandı.

    Etiketler:
    Yazdır