Arşiv

  • Mart 2024 (17)
  • Şubat 2024 (19)
  • Ocak 2024 (18)
  • Aralık 2023 (17)
  • Kasım 2023 (14)
  • Ekim 2023 (15)
  • Eylül 2023 (12)
  • Ağustos 2023 (21)
  • Temmuz 2023 (18)
  • Haziran 2023 (13)
  • Mayıs 2023 (9)
  • Nisan 2023 (9)

    Türkiye’nin reform gündemi giderek kabarıyor

    Güven Sak, Dr.21 Ocak 2020 - Okunma Sayısı: 1690

    Bizim dışımızdaki dünya, öyle öğrenci servisi gibi, korna çalarak, uyarıp, arada Whatsapp’tan mesaj filan da atıp, bizi de alıp gitmek üzere sabah kapıya gelip, “hadi ama artık gelseniz” diye beklemiyor. Siz o an ne yapacağınızı bilmiyorsanız, gitti mi gidiyor. Sonra kültürümüzden alıştığımız gibi “göçtü kervan, kaldık dağlar başında” diye tempolu feryat etmenin de herhangi bir yararı olmuyor. Gitti mi gidiyor. Ne oluyor? Sonunda daha az maliyetle halledebileceğiniz iş için dünya para ödemek, elin oğlunun ağız kokusunu çekmek gerekiyor. Halimiz tam da böyleyken böyle zaten.

    Bu olup bitenler bana Gümüş Patenler romanını pek çok hatırlatıyor

    Ben bugün zaten bildiklerinizi tekrar etmeyeyim. Şöyle gözünüzde canlandırmaya çalışayım: Halimiz, bir nevi dev bir barajın hemen yanında ikamet eden bir köyün işkilli ahalisine benziyor. Hem kuşkulu, hem güvensiz, hem de fevkalade tedirgin. Kolay mı? Son dönemde, diyelim 2018’den beri, gün boyu ve özelikle geceleri barajın dev gövdesinden daha önce hiç işitilmemiş tuhaf çıtırtılar geliyor.

    Bütün bunlar bana çocukken okuduğum Mary Mapes Dodge’ın “Gümüş Patenler” çocuk romanını hatırlatıyor doğrusu. Hani Hollandalı çocuk, set yıkılmasın, sular etrafı basmasın diye parmağıyla deliği tıkar ve orada bekler” ya, işte bugünlerin aspirin tedavisi uygulaması öyle bir şey esasen. O vakit, işe yaramıştı gerçi...

    Arada o koca gövdenin bir yerlerinde çatlaklar belirip, su hafiften sızmaya başlayınca, ekipler hemen çatlakları sıvıyorlar. Sıvandığında suyun akışını durdurmanın zor olduğu yerlere de belediye ekipleri bir nevi tıpalar çakıyor. Bir orada bir burada bir şeyler yapılıyormuş gibi koşuşturmayı böyle de görebilirsiniz bir nevi. Bizi yönetenler bu olup bitenin son derece normal olduğu konusunda ısrarcı, her şeyin kontrol altında ve işlerin tıkırında olduğu iddiasındalar. Ekonomi tıkırında velakin millet daha durumun farkında değil bir nevi. Ama esasen hepimiz bir şeylerin ters gittiğinin farkındayız. Çıtırtılar moralimizi bozuyor, uykumuzu kaçırıyor. Öyle ya da böyle...

    Malum Türkiye’nin sürdürülebilir bir ekonomiye sahip olabilmek için kapsamlı ve şeffaf bir tedbirler setine, bir istikrar programına ihtiyacı var. Şimdiye kadar, yaza yaza usandığım beş parçalı bir istikrar programı çerçevesi ortada zaten. Meraklıları eski yazılara göz atıversinler artık. Ben bugün bir başka gözlemimi sizinle paylaşmak istiyorum. Bana öyle geliyor ki, memleketin reform gündemi, dışımızda olup biten hadiselerle giderek kabarıyor.

    Bunu “bugünlerde aspirin tedavisi ile sancıyı azaltarak, durumu idare ettiğimiz için, asıl hastalıkla baş etmek zorlaşıyor, bundan sonrası pahalılaşıyor” manasına söylemiyorum. Ortaya ele alınması gereken yeni bir gündem de çıkıyor. Aklımda özellikle iki konu var. Gelin onları kısaca anlatayım.

    Küresel değer zincirleri yeniden tasarlanacak gibi duruyor

    Amerika ile Çin ticaret savaşında bir ilk aşama (first phase) anlaşması imzalandı. Trump’ın büyük başarı olarak lanse ettiği anlaşmaya göre, Amerika, Şubat 2020 itibariyle Çin mallarına uyguladığı ortalama gümrük tarifesi oranını yüzde 21’den yüzde 19,3’e indiriyor. Çin’in Amerikan mallarına uyguladığı gümrük vergisi oranı ise yüzde 20,9’da kalıyor. Vaşington’daki Amerikan düşünce kuruluşu Peterson Enstitüsü’ne göre, 2018 yılı başında Amerika’nın Çin mallarına uyguladığı ortalama gümrük vergisi oranı yüzde 3,1 iken, Çin’in Amerika’ya uyguladığı ortalama gümrük tarifesi oranı yüzde 8 civarındaymış. Şimdi bu ne demek? Küresel değer zincirlerini yeniden tasarlamaktan başka bir çare yok demek esasen. Bir nevi, yeniden malların sınırları aştığı bir dünyaya geri dönüyoruz Amerika – Çin ticaretinde.

     

    Nasıldı? 19’uncu yüzyıl ve 20’inci yüzyılın başı malların sınırları aştığı bir küreselleşme çağıydı. Sonra 20’inci yüzyılın ikinci yarısından itibaren bir bütün olarak fabrikaların sınırları aştığı bir yeni küreselleşme sürecine girdik. Çin, o dönemde, küresel ekonominin ayrılmaz bir parçası oldu ve bundan son derece iyi faydalandı. Ben size söyleyeyim: 21’inci yüzyılın ikinci yarısı, küreselleşme sürecinde bir tek verinin sınırları aşacağı bir yeni dönem olacak. Üç boyutlu yazıcı ile alıştığımız katmanlı üretimin etrafı nasıl saracağını, e-ticaret ile e-üretimin at başı gideceğini göreceğiz. Ama buna daha çok var.

    Daha önemlisi bu geçiş süreci içinde, küresel değer zincirlerinin yeniden örgütlenmesine ihtiyaç olacak diye düşünüyorum ben. Geçiş döneminden yeniden inşa edilecek küresel değer zincirleri ağı için, iddia sahibi olup olmadığımız, olup olmayacağız konusunda doğrusu şimdiden düşünmek gerekiyor. Düşünüyor muyuz? Ben görmüyorum, ya siz? Küresel değer zincirleri konusunda söz sahibi olabilmek için, ucuz işgücü değil, güçlü altyapı gerekiyor. Hazır mıyız? Hayır. Hazırlık yapıyor muyuz? Hayır.

    Avrupa Birliği sınırda karbon emisyonuna dayalı ayakbastı parası düşünürken, Gümrük Birliği ne olur?

    Avrupa Birliği’nde yeni göreve başlayan Ursula von der Leyen komisyonu, bu yüzyıl ortasında Avrupa’da net karbon emisyonlarını sıfırlamak (carbon neutrality) istiyor. Öyle anlaşılıyor ki, Avrupa’da herkesten bundan sonra attığı adımlarda, net karbon emisyonlarını azaltması istenecek. Yatırımlar buna göre yapılacak. Böylece, bir nevi, Avrupa, bu gezegende türümüzün bildiğimiz geleceğini imkansız hale getiren iklim değişikliği konusunda adım atan ilk kıta olmak istiyor.

    Bugünlerde bu amaçla tasarlanacak enerji değişiminin (energy transition) maliyeti yoğun olarak tartışılıyor. O maliyeti hafifletmek için, yüksek karbon emisyonu ile üretilen malların Avrupa pazarlarına girişi konusunda bir nevi “ayakbastı parası” (border levy) alınması konusunda da yoğun bir tartışma var. Ben mesela bu “ayakbastı parası” konusunda da ortada bir tartışma ve hazırlık görmüyorum doğrusu. Belki vardır da ben bilmiyorum.

    Halbuki biz hala ihracatımızın yarıdan fazlasını Avrupa pazarına yapıyoruz. Dünyanın bu en zengin pazarı olan Avrupa Birliği pazarı yanı başımızda olmasa, biz onlarla Gümrük Birliği anlaşması imzalamamış olsak, Anadolu’da Türk mucizesi asla olmazdı. Türkiye’nin artık bu küresel ısınma işini ciddiye almaya başlaması gerekiyor. Hadi doğrudan etkileri ciddiye almıyoruz. Anadolu’nun nasıl bir çöl olacağını, bunun bu topraklarda hayatı nasıl etkileyeceğini hiç tartışmıyoruz. Hiç değilse, çok daha çabuk karşımıza dikilecek dolaylı etkilere bakmaya başlasak? Hayır, orada da şimdilik tık yok doğrusu.

    Tabii bir de Amerikan Kongresi’nde kabul edilen “Ermeni Soykırımı Kararı”nın olası hukuki ve ticari etkilerine kısaca da olsa bir bakmak gerekiyor. Ama ona yer kalmadı şimdi.

    Neyse, biz bakıyoruz.

     

     

    Bu köşe yazısı 20.01.2020 tarihinde Dünya Gazetesi'nde yayımlandı.

    Yazdır