TEPAV web sitesinde yer alan yazılar ve görüşler tamamen yazarlarına aittir. TEPAV'ın resmi görüşü değildir.
© TEPAV, aksi belirtilmedikçe her hakkı saklıdır.
Söğütözü Cad. No:43 TOBB-ETÜ Yerleşkesi 2. Kısım 06560 Söğütözü-Ankara
Telefon: +90 312 292 5500Fax: +90 312 292 5555
tepav@tepav.org.tr / tepav.org.trTEPAV veriye dayalı analiz yaparak politika tasarım sürecine katkı sağlayan, akademik etik ve kaliteden ödün vermeyen, kar amacı gütmeyen, partizan olmayan bir araştırma kuruluşudur.
Türkiye Ekonomisinin Gidişatı
konusunda iktisatçılar olarak değerlendirme yaparken dikkatle izlediğimiz oranlardan biri cari dengenin gayrisafi yurtiçi hasılaya oranı. Mal ve hizmet ithalatı ve muhtelif transferler için ihtiyaç duyulan döviz miktarı ile mal ve hizmet ihracatı ve transferlerden gelen döviz miktarı arasındaki farkın GSYİH içindeki payını gösteren bu oranın artıya döner gibi olduğu dönemlerde iyice dikkat kesiliyoruz. Bu böyle çünkü Türkiye ekonomisinde cari denge/GSYİH oranının artı değerler alması hayra alamet değil. Şekil 1’den de görüldüğü gibi, bu oranın sıfır çizgisine yaklaşması ve artıya geçmesi, ekonomide durgunluk, büyümenin yavaşlaması ve işsizliğin artmasına denk geliyor.
Şekil 1. Cari Denge/GSYİH Oranının Seyri: 1990-2018 (%)
Mesela şu anda tam da böyle bir dönemdeyiz. 2018 yazından itibaren ekonomik büyümenin yavaşlamasıyla, ithalat talebi daraldı ve cari dengedeki açık (kısaca cari açık) düşmeye başladı. Cari denge tam artıya geçerken de işsizlik oranı patladı. Kısacası, Türkiye ekonomisinin cari fazla vermesi bir anlamda sevinilecek değil; kaygı duyulacak bir durum çünkü bu ekonominin ciddi bir durgunluk ya da daralma ile karşı karşıya olduğunu gösteriyor. Neyse ki, Türkiye ekonomisi için cari açık durumu kural, cari fazla durumu ise istisna olduğundan, “kaygı verici” bu durumla ancak birkaç yılda bir karşılaşıyoruz!
Peki niye sürekli cari açık veriyoruz? Yani mal ve hizmet ihracatından ve net transferlerden elde edilen döviz miktarı, neden hiçbir zaman mal ve hizmet ithalatı için gereken döviz miktarını karşılamaya yetmiyor? Standart cevap, “tasarruf açığı ya da toplam iç tasarrufların yetersizliği yüzünden” şeklinde. Memleketteki özel tasarrufların önemli bir bölümü, daima vergi ve diğer gelirlerinin toplamından daha fazlasını harcayan kamunun bütçe açıklarını finanse etmeye gidiyor. Kalan miktar da yatırım harcamalarını finanse etmeye yetmeyince, cari açığın ortaya çıkması kaçınılmaz oluyor. Zaten cari açık bir anlamda, yatırım harcamaları ile net iç tasarruflar arasındaki farkın dünyanın geri kalanının tasarrufları(nı borç almak) yoluyla finanse edilmesi anlamına geliyor. Türkiye’nin cari dengesi ciddi bir ekonomik durgunluk ya da krizin yaşandığı yıllar dışında, hemen hemen her yıl açık verdiği için de, bu durumu yapısal bir problem olarak adlandırıyoruz.Bu yapısal problemi tarif ederken sıkça kullanılan bir ifade de
“TÜRKİYE ÜRETTİĞİNDEN FAZLASINI TÜKETİYOR” KLİŞESİ
ki bu ifade, teknik olarak “Türkiye ekonomisi iç tasarrufların yetersizliği yüzünden cari açık veriyor” ifadesinin simetriği. Tıpa tıp aynı olguyu tarif ediyor. Ha Mehmet Ali, ha Ali Mehmet yani. Ancak benim gözlemim, bu klişeyi kullananların önemli bir kısmının, (farkında olarak ya da olmaksızın) ima ya da ifade etmeye çalıştığı şey memlekette gereğinden fazla tüketim olduğuna dair kanaatleri. Yani bu klişeyi duyduğumuz (ki ben kendi payıma çok sık duyuyorum) bir çok durumda, arka planda, “üretimde bir sorun yok ama tüketim aşırı olduğu için dış kaynakları kullanmaya mecbur kalıyoruz” gibi bir önerme var. Yine bu klişenin, cari açığın (iç) tasarruf açığı ile bağlantısının farkında olmadan (ya da bu bağlantıyı umursamadan) kullanılan bir versiyonu da “gereğinden çok (aşırı) ithalat yapıyoruz” ifadesi.
Tüketimi, yenilenemez kaynakların tüketilmesi ya da çevreye dair kaygılar nedeniyle aşırı bulanlara bir sözüm yok ama 2018 yılında 82 milyon nüfuslu Türkiye’nin ürettiği bütün nihai mal ve hizmetlerin değeri toplamı, nüfusunun onda biri büyüklüğündeki, 8,5 milyon nüfuslu İsviçre’ye denk. Koskoca Türkiye, hap kadar İsviçre’nin ürettiği kadar değer yaratabilmiş. Tüketim harcamaları da o kadar çok değil aslına bakarsanız. Yine 2018’de Türkiye’de hanehalklarının yaptığı toplam tüketim harcaması, kendisinin yaklaşık beşte biri büyüklüğündeki Hollanda kadar hemen hemen. Çok tüketiyor denen 82 milyonluk ülke, 17 milyon nüfuslu ülke kadar tüketim harcaması yapmış; bu mu çok? Hollanda’ya kıyasla hiç de çok değil belki ama üretimde ancak Hollanda’nın (ve İstanbul’un) yarısı kadar nüfusu olan İsviçre’yi yakalamayı başarabiliyorsanız, nisbi bir fazlalık var gibi. Yine de sorunun büyüğü üretim ve üretkenliğin düşük, hayır düzeltiyorum çok düşük olması bence. Benzer biçimde Türkiye ekonomisinin kronik ya da yapısal cari açık sorununun “aşırı ithalat yapmaktan” kaynaklandığını da asla düşünmüyorum ben. Asıl sorun, “o ithalata giden dövizi (fazlasıyla?) kazandıracak (kalite ve miktarda) ihracat yapamamak” bence.
Bunları okuyup da “matematiksel bir eşitsizlikte ‘sol taraftaki miktar sağ taraftakinden büyük’ demekle, sağ taraftaki miktar sol taraftakinden küçük’ demek aynı şey zaten, ne fark eder?” demesin hiç kimse. İki durumda da söz konusu olan simetrideki benzerliğe rağmen, cari açık sorununun kaynağını yetersiz ihracatta aramak ile aşırı ithalatta aramak arasında, çözüme yönelik olarak uygulanacak politika tercihleri açısından ciddi farklar var. Türkiye’nin kimilerince ‘aşırı’ bulunan mal ve hizmet ithalatı, kendi yaptığı mal ve hizmet ihracatına göre büyüktür olsa olsa. Yoksa koskoca Türkiye’nin 2018’de yaptığı mal ve hizmet ithalat tamı tamına 8,8 milyon nüfuslu Avusturya kadar olduğu düşünülürse, hiç de aşırı ithalat yapıyor gibi gözükmüyor yalnız ve güzel ülkemiz. Öte yandan, mal ve hizmet ihracatının aynı Avusturya’dan 30 milyar dolar daha az olduğu hatırlanırsa asıl sorunun ihracat yetersizliğinde olduğu daha net anlaşılır.
Şimdi bir ekonominin bütün büyüme stratejisini emlak rantı ve inşaat yoluyla yaratılacak gelire bağlamışsanız ve bu gelirin yarattığı ithalat (ve dolayısıyla döviz) talebini karşılayacak dövizi kazandıracak ihracat kapasitesini oluşturmanın şart olduğu aklınıza bile gelmemişse, cari açığın büyümesini durdurmak için faiz, kur vs. değişiklikleri ile günü kurtarmaya çalışabilirsiniz. Ama böyle bir büyüme stratejisi ya da (burada kullanılması daha hakkaniyetli olan ifadeyle) büyüme taktiği uygulandığında, cari açığı kapatacak yegâne mekanizma, büyümenin er ya da geç durması ile sonuçlanacak bir ekonomik kriz oluyor. İhracatı ciddi ölçüde arttırmadıkça, cari açığı kur, faiz vs. politikaları yoluyla ithalatı kısmak suretiyle kapatmaya çalışmak malum sonu bir süre ertelemekten başka işe yaramıyor.(*) Ancak emin olun ihtiyaç duyulan tedaviyi böyle taktik manevralarla ertelemek de bir miktar zaman kazandırmaktan öte fayda sağlamaz.
Kronikleşmiş cari açık sorununun kalıcı çözüm yolu ithalatı, mevduat veya tüketici kredi faizi oranları, kur vb. ile oynayarak düşürmekten veya çılgın projeler yapmaktan değil; ihraç ürünlerinin bileşimini değiştirmekten geçiyor. Çözümün sırrı, ne pahasına olursa olsun bir defaya mahsus döviz girişi sağlayacak projelerde ya da döviz çıkışını kısa süreli olarak azaltacak kısıtlamalarda değil; ihracat gelirini sürdürülebilir biçimde artırmakta. Yani “herkesin elinde iPhone’un en son modelleri var” serzenişiyle cari açığı daraltmak için iPhone vs. ürünleri vergi vs. yoluyla satın alınabilir olmaktan çıkartmaya çalışmak doğru bir tavır değil. Doğru tavır, herkesi iPhone vs.’nin en son modelini rahatlıkla satın alabilecek gelir düzeyine kavuşturmayı hedefleyen,
İHRACAT ODAKLI BİR BÜYÜME STRATEJİSİ VE SANAYİ POLİTİKASI
tasarlamayı ve uygulamayı gerektiriyor. Bunu tasarlarken de, çoğunlukla çevreyi harap eden ocaklardan çıkartılan “yerli ve milli” ham mermerin tonunu 200 dolara ihraç ederken, beheri yaklaşık 250 gram ağırlığında olan iPhone’ları ithal etmek için kilo başına bunun 20 katını ödediğimizi; bir ton iPhone’a ödenecek dövizi kazanmak için neredeyse bir dağı ihraç etmek zorunda kalacağımızı unutmamamız lazım.
Herkesin iPhone’un son modeli vs. ürünleri satın alma gücüne kavuşmasını sağlayacak geliri yaratmayı hedefleyen bir ekonomik büyüme stratejisi, ihracat odaklı olmalı ve yüksek teknolojili, yüksek katma değerli ürün ihracatına dayanmalı. Bu da ancak uluslararası pazar paylarının sadece fiyat rekabeti (dolayısıyla kur politikası) yoluyla artırılabildiği, talep elastikiyeti yüksek, harcıalem ürünlerin toplam ihracat içindeki payını ciddi biçimde azaltırken; talep elastikiyeti düşük, rakipsiz ya da zor bulunan, yüksek katma değerli ürünlerin payını artırmakla mümkün. Bunu başarmak, aşağıdaki tablonun sağdaki ve soldaki sütunlarındaki rakamların yer değiştirmesini sağlamak kadar radikal değişiklikleri gerektiriyor. Ancak net ihracat (ihracat eksi ithalat) değerine göre lider olan sektörün iki yıl öncesine kadar “Örme giyim eşyası ve aksesuarı” olduğu; “Motorlu kara taşıtları” sektörünün liderliği, krizde daralan ithalat talebi sayesinde ele geçirdiği bir ekonomide bunu yapmak hiç kolay değil kuşkusuz.
Tablo 1. Türkiye’nin İhraç ve İthal Ettiği İmalat Sanayi Ürünlerinin Teknolojik Düzeyi: Ocak-Kasım 2019
Tablo 2’deki fasıllara göre net ihracat değerleri de bu konuda umutlu olmayı zorlaştırıyor nitekim. Hele bu ülkede uzak ara en fazla kayırılan ekonomik faaliyetin (uluslararası ticarete konu olmayan, dolayısıyla döviz getirmeyen) de inşaat olduğu da hatırlanırsa...
Tablo 2. Fasıllara Göre Net İhracat: 2016-2019
Sonuç olarak, bu ülkede yaşayan insanların satın alma gücünü (ve dolayısıyla refah düzeyini), cari açığı büyütmeksizin artırabilecek dönüşüm, toplam faktör verimliliğini, ihraç ürünlerinin teknolojik düzeyini ve katma değer oranını misliyle yükseltmeyi gerektiriyor. Aşikâr ki bu, faizle, kurla oynayarak günü kurtarmaktan; ahlaken gri alanlarda dolaşan imar ve ihale oyunlarıyla emlak rantı zenginleri yaratmaktan çok ama çok daha zor bir iş. Zor olmasına zor ama insanlara, sürdürülebilir olmayan büyüme ‘taktikleri yüzünden yaşanan krizlerle heder olan inişli çıkışlı ömürler yaşatmaktan kaçınmanın yolu da bu.
Cümleten mutlu yıllar.
Bu yazı İktisat ve Toplum dergisinin Ocak 2020 sayısında (No. 111) yayınlanmıştır.
(*) Böylece kent sakinlerinin evlerine, işlerine giderken yağmurdan ıslanmamalarını sağlamayı amaçladığınızı söyleyip, hem onları hem de hem şehrin üstünü betonla kaplayacak çimentocu ve müteahhitleri mutlu ederken, şehirlerin iyi semtlerinin üstündeki katta oluşan alanı yabancılara döviz karşılığı satarak cari açığı, bir süreliğine daha, kapatabilirsiniz. Topyekûn şehirlerin üstüne kat çıkmayı engelleyen herhangi bir uluslararası anlaşma da yok bildiğim kadarıyla.