TEPAV web sitesinde yer alan yazılar ve görüşler tamamen yazarlarına aittir. TEPAV'ın resmi görüşü değildir.
© TEPAV, aksi belirtilmedikçe her hakkı saklıdır.
Söğütözü Cad. No:43 TOBB-ETÜ Yerleşkesi 2. Kısım 06560 Söğütözü-Ankara
Telefon: +90 312 292 5500Fax: +90 312 292 5555
tepav@tepav.org.tr / tepav.org.trTEPAV veriye dayalı analiz yaparak politika tasarım sürecine katkı sağlayan, akademik etik ve kaliteden ödün vermeyen, kar amacı gütmeyen, partizan olmayan bir araştırma kuruluşudur.
Yirminci yüzyılın ikinci yarısı bundan önceki dönemlere hiç benzemeyen bir sıçrama dönemi oldu. Kişi başına gelir açısından bakarsanız, ortalama gelir artışı hiç bu kadar hızlı olmamıştı. 1900'ların başında kişi başına gelir 1000 dolar civarındayken 1950'de bu tutar 2000 dolar civarına yükselmişti. 2000 yılı itibariyle aynı tutar yaklaşık 6000 dolar oldu. Yirminci yüzyılın başında 1 olan sonunda 6 oldu. Ve bu artış esasen yüzyılın ikinci yarısında gözlemlendi. Yüzyılın ilk yarısında birinci küreselleşme dalgası sonrası içe kapanma ve piyasalara küsme modaydı. Yüzyılın ikinci yarısı ise yeni bir küreselleşme dalgasını getirdi. Küreselleşme süreci, ortalama bir gelir artışı yanında, derin eşitsizlikleri de beraberinde getirdi. Ortalama gelir artışı, satın alma gücü paritesi dikkate alındığında, azalan küresel yoksuluk demek. Başka? Artan büyüme demek. O vakit şöyle de söyleyebiliriz: Yirminci yüzyılın ikinci yarısında dünyada ortalama büyüme hızı yükseldi. Peki ama bu nasıl oldu? İşte buna bakan, içinde saygın kişilerin bulunduğu, bir bağımsız grup 22 Mayıs'ta tam da bu soruyu içeren bir rapor yayımladı. Türkiye'den Kemal Derviş'in de içinde yer aldığı Büyüme ve Kalkınma Komisyonu'nun (Commission on Growth and Development) raporuna hiç bakabilme fırsatınız oldu mu? Rapor, komisyonun internet sitesinde mevcut, bir göz atmak isteyenlere duyurulur. Rapor, sürdürülebilir büyüme için etkin devlet ve kamu yatırımlarının önemini vurguluyor. Öyle anlaşılıyor ki, iyi yönetilmeyen ülkelerin, küreselleşme sürecinin kapılarına getirdiği fırsatları değerlendirebilmek için yeterince şansı olmuyor. Bu bir. İkincisi ise Türkiye'nin artık artan kamu yatırımları gereğini, bir başka gözle tartışmaya başlaması gerekiyor. Tartışmaya başlayalım mı?
Aralıksız büyüyen 13 ülke
1950 sonrası dünyamız daha bir küreselleşti, teknoloji yaygınlaştı, "yakınsayabilmek" (convergence) mümkün hale geldi. Dünyada iktisadi büyüme hızlandı. Ancak bu dönemde 13 (yazıyla on üç) ülke diğerlerinden ayrıldı. Bunlar son derece farklı ülkeler. Botswana, Brezilya, Çin, Hong Kong, Endonezya, Japonya, Güney Kore, Malezya, Malta, Umman, Singapur, Tayvan ve Tayland. Nedir bu ülkeleri diğerlerinden ayıran faktör? Bu ülkeler 1950 sonrası yüksek tempolu bir büyüme süreci geçirmiş ülkeler. Bakıldığında yılda ortalama yüzde 7 büyüdükleri görülüyormuş. Üstelik bunu 1950'den bugüne 25 yıl veya daha fazla sürdürebilmişler. Hem hızlı büyümüşler hem de bunu uzun süre devam ettirebilmişler. İşte bunu dikkate alan Büyüme ve Kalkınma Komisyonu çalışmasını bu on üç ülke üzerine yoğunlaştırmış, bir nevi vaka analizleri karşılaştırması yapılmış. Yılda ortalama yüzde 7 büyümek demek, her on yılda bir ekonominin büyüklüğünün iki katına çıkması anlamına geliyor. Demek ki yapabilmek mümkün. Bu ilk tespit olsun. Peki ama nasıl olmuş da onlar böyle hızlı bir büyüme temposunu bu kadar uzun süre devam ettirebilmişler? Komisyonun vaka analizleri karşılaştırması, bu on üç ülkenin performansı için beş tane noktanın altını çiziyor. İlki kapılarını doğrudan dışarıya kapatmamışlar, dünya ekonomisinden faydalanmışlar. İkincisi, makroekonomik istikrara önem vermişler. Üçüncüsü, yurtiçi tasarruflarını ve yatırımlarını yüksek tutmuşlar. Dördüncüsü, kaynak dağılımında piyasa mekanizmasına ağırlık vermişler. Beşincisi, hedefe kilitlenmiş, tutarlı ve becerikli hükümetler tarafından yönetilmişler. 1950'den 2000'e kadar sürekli hepsini sağlamamışlar ama bu süre içinde en uzun süre bunların en çoğunu sağlayanlar başarılı bir performansı ortaya koymuş. Bakınız biz üç ve beşte pek iyi görünmüyoruz. Hele bugünlerde en çok beş. Bu da ikinci tespit olsun. Bundan sonrası için ise özellikle üzerinde durulan temel husus, kamu yatırımları meselesi. Rapor, kamu yatırımlarını, özel yatırımların önünü açacak, bir nevi ekonominin kapasite kısıtlarına çözüm getirecek bir yöntem olarak öne sürüyor. Bakın bu son derece farklı bir bakış açısı. Ama son dönemde giderek önem kazanmaya başlayan bir bakış açısı. Üstelik Brezilya ve Endonezya örneklerinin de göstediği gibi, uygulamaya da aktarılmış bir bakış açısı. Sakın küreselleşme sürecini ehlileştirmek için gereken "kayıp halka" kamu yatırımları ve kamu müdahaleciliği olmasın? Etraftaki analizler artık böyle söylüyor. Üstelik neredeki analizler? Dünya Bankası'nın yaptıkları elbette. Kamu yatırımlarının yeniden moda olacağı bir döneme hazır mısınız?
Literatür yeniden yazıldı
Kalkınma literatüründe eskiden kamu yatırımları hiç de böyle yer almazdı. Kamu yatırımlarına genellikle "kamu maliyesi" açısından bakılırdı yalnızca. Esasen olayın maliyeti üzerinde durulurdu. Şimdilerde ise kamu yatırımlarının özel yatırımların verimliliğini artırmak için neden yararlı olduğuna dair bir literatür oluşmuş durumda. Güzel bir değerlendirme isteyenler, Agenor ve Dodson'ya (2006)(1) bakabilirler. Bu literatürde kamu yatırımlarının büyüme sürecine pozitif katkısı önplana çıkarılıyor. Dün ihmal edilene bugün yakından bakılıyor. Bu da üçüncü tespitimiz olsun konu ile alakalı. Dördüncü bir tespit güzel olurdu derseniz, hemen bir sonuca daha atlayalım: Sağ yerine solun daha önemli olacağı bir yeni çağın başındayız galiba. Küreselleşme sürecinin getirdiği fırsatları anlayan, piyasa mekanizmasının önemini kavramış -ki Karl amca hep öyleydi- bir solun daha önemli olacağı bir çağın başlangıcındayız. Küreselleşme süreci başka nasıl insanileşebilir ki? Buradan Türkiye için de bir sonuç çıkaralım isterseniz. Hükümetimizin kamu yatırımlarını artırma amacıyla yaptığı açıklamalar daha çok orta vadeli mali çerçeveye ve bütçe sonuçlarına odaklandı. Bu tepkinin konjonktürel olduğunu unutmamakta fayda var. Eğer uluslararası bankacılık krizi, IMF anlaşmasının sona ermesi ve de içerideki siyasi kriz üst üste binmemiş olsaydı, biz, şimdilerde zaten büyümenin sürdürülebilirliği için yapılması gereken kamu yatırımlarını ele alıyor olacaktık. Konjonktürü abartmadan gündemi hep akılda tutmakta fayda var. Eğer o üç husus üst üste çakışmasaydı, hükümetimiz aslında doğru yönde bir adım atıyor olacaktı. Bizler de daha çok hangi tür yatırımlara öncelik verilmesinin daha faydalı olacağını tartışacaktık. Ama öyle olmadı. Hükümetin hazırlıkları doğru yöndeydi, konjonktür değişti, hükümet bu değişime ayak uyduramadı, ortada kaldı. Herkesi kızdırdı. Ortaya bir "tam fırtınanın ortasında, belki bir faydası olur diye, kaptan köşkünde, bilmediği düğmelere sırayla ve biteviye basmakta olan kaptan portresi" çıktı. Bir süre için şu kamu yatırımları hadisesine bakmaya hazır mısınız? Kamu maliyesi şapkası olmadan bu meseleye bakmaya başlamamızda fayda var. 1- Agenor, Pierre-Richard, ve Moreno-Dodson, Blanca, "Public Infrastructure and Growth: New Channels and Policy Implications" Policy Research Working Paper No. 4064, Dünya Bankası (Kasım, 2006).
Bu yazı 31.05.2008 tarihinde Referans Gazetesi'nde yayınlanmıştır.