Arşiv

  • Mayıs 2024 (3)
  • Nisan 2024 (15)
  • Mart 2024 (19)
  • Şubat 2024 (19)
  • Ocak 2024 (18)
  • Aralık 2023 (17)
  • Kasım 2023 (14)
  • Ekim 2023 (15)
  • Eylül 2023 (12)
  • Ağustos 2023 (21)
  • Temmuz 2023 (18)
  • Haziran 2023 (13)

    Reform süreci için bir siyasal çözüm önerisi

    Hasan Ersel, Dr.24 Mart 2008 - Okunma Sayısı: 1225

     

    Taraflardan sadece birisinin çıkarını kollayan, ötekisine ise zarar veren bir düzeni kurmak olanaksız. Bu durumda işbirliği yapmayan oyuncuların üzerinde fiilen anlaşabilecekleri tek sonuç durumun korunması. Yani siyasal partilerin başta 'tercih etmediklerini' açıkladıkları durum.

    Şu son günlerde insanın Türkiye'de olup bitenlere günlük heyecanlara kapılmadan bakması, bir bakıma gerekli ama çok da zor. Herkesi heyecanlandıran, kızdıran ya da üzen toplumsal olayların olduğu bir ortamda bu becerilebilse dahi etkili olacağı da kuşkulu.  Ancak, birilerinin de sakinleşmesi gerek. Belki, o birilerinin sakinliği topluma bulaşır. Ortalık biraz olsun sakinleşir.

    Şöyle bir yakın geçmişi anımsayalım. 2001 sonrasında bir atılım çabasına giriştik. Bu kendini toparlamanın ötesinde, küresel ekonomiyle bütünleşmeyi gerçekleştirmeyi hedefleyen bir bakış açısının yansımasıydı. Bu hedef de  toplumsal/siyasal/iktisadi atılım yapıp, çağdaş bir gelişmiş ülke olma yolunda hızlı adımlar atmaktı. Avrupa Birliği üyesi olmak bu isteklerin tümünü, kabaca da olsa, özetlediği için toplumun gündeminde önemli bir yer aldı. Olayın tarihsel boyutuyla birleşince de Türkiye açısından bir hedef ve en az onun kadar önemli olan, bu hedefe yaklaşmanın yolu belirlendi. Bu, Türkiye'de belirgin bir iyimserlik havası yarattı. Ancak bu hedefin kolay varılabilir olmadığı, gidilecek yolun da engelli olduğu baştan belliydi. Görünüşe göre işe Türk gibi başlamıştık...

    Farklı tercihler ve stratejiler

    Şimdi bir tanım yapalım. Ulaşmak istediğimiz  toplumsal/siyasal/iktisadi ortamı biçimlendiren ana kurallar bütününe "yeni düzen" diyelim. Dolayısıyla Türkiye'nin yolculuğunun, şimdiki düzenden yenisine doğru olması söz konusu. Olayın başında aşağı yukarı tüm siyasal partiler yeni düzeni mevcut düzene tercih ettiklerini açıklamışlardı. Ama her siyasal partinin, kendi çıkarları açısından en çok tercih ettiği bir başka seçenek de söz konusuydu. Bu seçenek, çoğu kez bir başka siyasal partinin güçlü bir biçimde karşı çıktığı bir düzene karşılık geliyordu. Dolayısıyla bir siyasal parti bu seçeneği hedeflediğinde diğer siyasal partilerin şiddetli muhalefetiyle karşılaşacağını biliyordu. Bu durumda bir partinin kendisinin en tercih ettiği düzeni gerçekleştirmesi olasılığı son derece düşük. Siyaset biliminde de anayasa değişikliği gibi düzenin değişmesini içeren reformlar söz konusu olduğunda toplumsal uzlaşının bir tercih değil zorunluluk olduğunun altının ısrarla çizilmesinin nedeni de bu.

    Türkiye'de üzerinde uzlaşı olabilecek gibi görünen "yeni düzene" varma yolundaki çabalar aksamaya başladı. AKP hükümetinin reformlara devamda belirgin bir isteksizlik içine düştüğü görüldü. Bunun, büyük bir olasılıkla, temel nedeni reformların kısa vadede topluma getireceği yükün önemli olması ve iktidarın bunun siyasal maliyetinden çekinmesiydi. Ancak, ikinci bir etmeni de ihmal etmemek gerekiyor. O da Avrupa Birliği'nin, özünde, Türkiye'nin üyeliğine  soğuk bakması ve koşullar sağlansa da üyeliğin gerçekleşmemesi olasılığının yüksek olduğunun her fırsatta ortaya konulmasıdır. Doğal olarak, bu da reformların yapılmasından beklenen yararı düşürücü bir etki yaptı. Bu hükümeti olduğu gibi muhalefeti de etkiledi. Sonuçta, muhalefet de, iktidarın isteksizliğini, fiilen, paylaşır duruma geldi.

    Kendini toplumun değişim isteğine yanıt vermek durumunda hisseden iktidar (ve bir dereceye kadar da muhalefet), ikinci seçeneğe yöneldi. Yani, diğer siyasal partilerin isteklerini ihmal ederek, kendi çıkarlarına en uygun değişikliği gündeme taşıdı. Böyle bir girişimin sağlıklı ve kalıcı düzen değişikliğini sağlayamayacağını iktidarın (ve muhalefetin) bilmediğini düşünmek zor. Dolayısıyla bu girişimin, Türkiye'nin uzun dönemli sorunlarını çözmekten çok, kısa dönemli siyasal çıkar sağlama (örneğin daha sonra tekrar gündeme gelebilecek bir siyasal pazarlık sürecinde avantajlı konumda olma) amacına yönelik olduğu kabul edilebilir. Ancak bu yaklaşımın ciddi bir sakıncası var. O da, bu yolu izleyenlerin asıl amacının "yeni düzene" geçilmesi değil, düzeni kendi çıkarlarına uygun biçimde değiştirmek olduğu eleştirisine (ya da kaygısına) açık olması. Bu da, karşılıklı olarak güven zedeleyici ve söz konusu değişiklik önerilerine olan muhalefeti güçlendiren bir olgu.

    Bu durumda sonucun ne olacağı açık: Mevcut düzen değişmez. Çünkü "yeni düzene" geçebilmek için siyasal partilerin işbirliği yapmaları gerekli. Taraflardan sadece birisinin çıkarını kollayan, ötekisine ise zarar veren bir düzeni kurmak olanaksız. Bu durumda işbirliği yapmayan oyuncuların üzerinde fiilen anlaşabilecekleri tek sonuç durumun korunması. Yani siyasal partilerin başta "tercih etmediklerini" açıkladıkları durum!

    Çözüm bulunabilir mi

    Bu noktada yapılması gereken "yeni düzene" geçebilecek yollar olup olmadığı üzerinde düşünmektir. Bir yol halkoylamasına (referandum) başvurmaktır. Şöyle bir halkoyu yoklaması yaptığımızı düşünelim: "Avrupa Birliği ölçütlerini tümüyle sağlayan bir düzeni mi istersiniz, yoksa şimdiki durumu mu?" Halkoyu yoklaması sonuçlarının da siyasal partiler açısından bağlayıcı olacağını varsayalım. Dikkat edilirse bu soru ve koşul siyasal partilerin sadece kendileri açısından en uygun gördükleri seçenekleri dışlıyor. Bu durumda referandumda "düzen değişmesin" çıkarsa durum açık: Düzen sürecek. "Yeni düzene geçelim" görüşü kazanırsa, o zaman siyasal partilerin bu yönde çalışmaları gerekecek. Ama çalışabilecekler mi? Doğrusu, çeyrek yüzyıldır, Türkiye'yi çağdaş bir anayasaya kavuşturamayan siyasal sürecin, bir halkoyu yoklaması sonucunda farklı çalışacağını düşünmek pek de gerçekçi görünmüyor. Partilerin uzlaşması yine çeyrek yüzyıllarla ölçülecek kadar çok zaman alabilir. Uzlaşıldığında da ise büyük bir olasılıkla iş işten geçmiş olacaktır. Demek ki, bağlayıcılığı güçlendirilmiş olsa bile, halkoylaması bu sorunu çözmekte yetersiz kalabiliyor.

    Aslında, son derece basit  ve akla yakın görünen bu yolun tıkanmasının arkasında yatan neden yine partiler arası işbirliğinin sağlanamaması. Siyasal partilerin bencil çıkarlarını yansıtan düzen arayışlarını halk oylamasıyla engellemek olanaklı. Ama halk oylaması siyasal partilerin, hoşgörülü davranıp yeni düzen kurmak üzere işbirliği yapmaya yönelmelerini sağlayabilecek bir yöntem değil. Peki ne yapılabilir?

    Tavizin maliyeti

    Siyasal partilere şöyle bir soru sorduğumuzu düşünelim: Daha önce tanımlandığı anlamda "yeni düzene" geçmek için diğer siyasal partiler ne yapmaya razılarsa, siz de onu yapmaya razı olur musunuz? Burada yapılması gereken denildiğinde yeni düzenin gerektirdiği çalışmalar yapmanın yanı sıra hoşgörülü olmak, dolayısıyla da taviz vermenin maliyetine katlanmak, da söz konusu. Siyasal partilerin bu kurala uymayı kabul etmeleri durumunda "yeni düzen"e geçilebilir mi? Bu sorunun yanıtı evet. Ahlâki temelini Kant'tan alan bu davranış biçiminin benimsenmesi durumunda işbirliğine dayalı bir çözüme ulaşılacağı iktisatta bir teoremdir. Geriye bir soru daha kalıyor: Bu süreç nasıl başlayabilir? İşbirliği yapılamamasına yol açan önemli etmenin tarafların birbirlerine olan güvenindeki eksiklik olduğu göz önünde tutulduğunda bu sorunun yanıtı iktidarda olan partidir. Bu nedenle de içinde bulunduğumuz sorun bağlamında ilk hamlenin AKP'den gelmesi gerekiyor.

    İşte size reform süreci için bir siyasal çözüm önerisi! Umarım beğenmeyenler başka daha iyi önerilerle ortaya çıkarlar; siyasal partilerin tümü de bunlardan birisini benimser. Yoksa yerimizde saymaya, uzak geçmişimizle övünmeye, küreselleşmeye uyum yarışında tökezlemeye devam edeceğiz.

     

    Bu yazı 24.03.2008 tarihinde Referans Gazetesi'nde yayınlanmıştır.

    Etiketler:
    Yazdır