Arşiv

  • Mart 2024 (17)
  • Şubat 2024 (19)
  • Ocak 2024 (18)
  • Aralık 2023 (17)
  • Kasım 2023 (14)
  • Ekim 2023 (15)
  • Eylül 2023 (12)
  • Ağustos 2023 (21)
  • Temmuz 2023 (18)
  • Haziran 2023 (13)
  • Mayıs 2023 (9)
  • Nisan 2023 (9)

    Ne Olacak Halimiz? Küresel Kriz ve Biz

    Hasan Ersel, Dr.02 Eylül 2012 - Okunma Sayısı: 1405

    Küresel krizin, konuyu bilenlerin doğru tahmin ettiği üzere, öyle gelip ıslatıp geçen bir dalga olmadığı anlaşıldı. Gelişmiş ülkelerin yeni bir büyüme yoluna ne zaman oturacağı sorusunun yanıtı hala açık değil. Şimdilik “filan ekonominin önümüzdeki çeyrekte hafifçe büyümesi bekleniyor”, “Federal Reserve’in yeni bir parasal genişleme yapması bekleniyor, belki bu defa işe yarar” türü temenni ve düş karışımı açıklamalarla zaman geçiriliyor. Bizim gibi gelişmekte olan ülkelere gelince sorun daha farklı. Gelişmiş ülkelerin ekonomilerindeki zayıflama bu ülkeleri daha da kötü etkileyecek mi? Eğer öyle ise bu ne zaman ve ne ölçüde olacak? Tabii bu konuda da düşlerimiz var. “Gelişmekte olan ülkeler, gelişmişlerden ayrışıyor" diye bir süre kendimizi kandırdık. İşin öyle olmadığı çabuk ortaya çıktı. Bu defa aynı görüşü sulandırıp bulandırarak, tekrarlayanlar çıktı. Ne dedikleri pek anlaşılmadı. Zaten gelişmekte olan ülkeler de homojen olmadıkları için herkes kendi görüşüne yakın bir örnekle bir süre daha idare etti. Ama galiba 2012’nin Ağustos ayında, gelişmiş ülkelerdeki duraklamanın, gecikmeli olarak, gelişmekte olan ülkeleri vuracağı görüşü yüksek sesle dillendirilmese de, zihinlerde yer etmiş görünüyor.

     

    Ben kısaca ABD, Avrupa ve Türkiye üzerinde durmak istiyorum. İlk ikisi ile ilgilenmemin nedeni tabii Türkiye’yi etkiliyor olmaları. ABD’nin etkisi dolaylı. ABD’de olup bitenler Avrupa’yı etkiliyor (tersi de doğru). Türkiye de Avrupa’daki gelişmelerden etkileniyor.

     

    Amerika Birleşik Devletleri (ABD)

     

    ABD ekonomisinin toparlandığı söylenebilir. Ama bunun istihdama etkisi çok sınırlı kaldı. Seçim yılında bu durum Obama yönetimi için hoş bir şey değil. Çıkış var mı? Kısa dönemde pek yok gibi. Bir kere Başkan Obama, zarif kişiliği, güzel konuşması ile Başkan Bush’dan sonra bazı kimselere daha güvenilir gelmişti. Onun bir atılım yapacağı umudu vardı. Obama da başkan seçilmeden önce, bu umudu besleyecek yönde kamu yatırımlarının ve harcamalarının altyapıya, eğitime ve teknolojiye yöneltilmesi yoluyla ekonomide canlanma sağlanabileceğinden, söz ediyordu. İktidara geldiğinde ise bu düşüncesinden büyük ölçüde vazgeçti ya da vazgeçmek zorunda kaldı. Wall Street’in sorunlarıyla uğraşmak ön plana çıktı. Burada kendisine de fazla haksızlık etmemek gerek. Wall Street ABD’nin ve dünyanın başına öyle belalar açmıştı ki, bunlara bakıp çok daha beteri gelebilir diye telaşa kapılmamak zordu. Ama zaten Başkan Obama Beyaz Saray Ulusal İktisadi Konsey Başkanlığına, Lawrance Summers’i getirmek suretiyle daha önce vurguladığı türde bir yaklaşıma aslında pek de gönüllü olmadığını baştan göstermişti. Sonuç olarak Obama yönetiminin iktisat alanında muhafazakâr bir çizgiyi sürdürdüğü söylenebilir.

     

    Akla şu soru geliyor. Başkan Obama, Krugman ve Stiglitz gibi iktisatçıların savunduğu türde bir reformcu politika uygulayabilir miydi? Bu soruya Obama cenahından olumsuz yanıt geliyor. Giderek keskinleşen sağcı muhalefet karşısında bu seçeneğin yapılamaz olduğunu savunuyorlar. Peki, muhafazakâr yol izlenince, sağcı muhalefet yumuşadı mı. Nerede! Tam tersine “Obama gitsin de ülkeye ne olursa olsun” düzeyine tırmandı. Sonuçta, uygulanan muhafazakâr program finans kesimini (kurumlarını tabii, çalışanlarını değil) korurken, insanların işsiz kalmasına çok daha az duyarlılık göstermiş oldu. Çünkü program, finans kesiminin kurtulması durumunda, kredi arzının artacağı bunun ekonomiyi canlandıracağı ve sonuçta istihdamın artacağına dayanıyordu. Oysa finans kesimi, desteği aldı ama özel kesime krediyi açmadı ya da açmaya cesaret edemedi. O yüzden Federal Reserve durmadan piyasaya para sürüyor ama toplam para arzı bir türlü artmıyor. Çünkü bankalar emin liman olarak gördükleri ABD Hazine borçlanma kâğıtlarına yöneliyor. ABD Hazinesi’nin borçlanma faizi, tarihinde görülmemiş düzeylere düştü. Enflasyon çok düşük, kapasite fazlası var. Ekonomi durgunlukta. Bu durumda ucuz borçlanıp kamu harcamalarını artırıp ekonomiyi canlandırmak doğru çözüm değil mi? Krugman’a göre öyle, [Krugman (2012)]; hatta başka yol yok. Muhafazakârsanız öyle değil… Bunun bedeli ne? ABD’de zaten inanılmaz düzeyde artan eşitsizliğin sürmesi. Stiglitz yeni kitabında [Stiglitz (2012)] eşitsizliğin toplumsal sakıncalarını anlatıyor ve uyarıyor.

     

    Obama yönetiminin bu finans kesimi yanlı politikasının toplum tarafından anlaşılıp eleştirilmesini engelleyen en önemli etmen ise bir yandan da bu kesimin üzerine çullanılıyor olması. Ancak bunun nedeni başka. Bu kesimde insanın kolayca düşleyemeyeceği ölçüde ve türde yolsuzluk ve ahlâk dışı davranış ortaya çıktı. Obama yönetimi ve savcılar, haklı olarak bunların üzerine gidince (yeterince gidilip gidilmediği ayrı bir tartışma konusu) kamu oyu finans kesimine ilişkin önlemler alındığını sanıyor. Oysa  iki konuyu karıştırmamak gerek. Yukarıda değindiğim iktisat politikası tercihi, finans kesiminin görevini düzgün yaptığı ama ekonominin bunalımdan kurtulamadığı koşullarda ne yapılması gerektiğine ilişkin. Obama yönetiminin yaptığı ise ahlâki sorunlara boğulmuş bir sistemi düzeltmeye yönelik. Bu tercihin bir kanıtı da Paul Volcker’in hazırladığı bankacılık reformunun iyice sulandırıldıktan sonra bile isteksizce kabul edilmesi. Bu biçimiyle bile uygulanabileceği kuşkulu…

     

    ABD (ve bence dünya) şanslıydı. Çünkü Kriz başladığında Federal Reserve’in başında 1929 krizini en iyi bilen insanlardan birisi, Ben Bernanke, vardı. Onun bilgisi ve konumu sayesinde ABD olayı görece çabuk kavradı ve pek çok sıra dışı olarak nitelendirilebilecek önlemleri alabildi. Avrupa Merkez Bankası (AMB) da Federal Reserve’i bir ölçüde izledi. Ama Ben Bernake bir “superman” değil. “Superman” öykü kahramanı, neredeyse sınırsız gücü var. Ben Bernanke ise sadece çok değerli bir akademisyen ve Federal Reserve başkanı. Çok önemli bir kişi… Ama yine de gücü yasalarla sınırlandırılmış. Özetle, sorunun çözümü siyasette yatıyor. ABD’nin geleceği ise Barack Obama’nin muhafazakârlığı ile Mitt Romney’in gericiliği arasında sıkışmış durumda. Ortalıkta Roosevelt türü atılımcı bir politikacı görünmüyor.

     

     

    Avrupa Birliği (AB)

     

    Kimsenin işleyişine akıl sır erdirmediği AB’nin neyi, neden yaptığını açıklayabileceğim gibi bir düş kurmuyorum. ABD’den farklı olarak çok daha ağır ve dolambaçlı çalışan bir siyasal karar alma mekanizması var (ama yine de böyle bir mekanizma var!). AMB, Federal Reserve’den farklı çalışıyor. En önemlisi, arkasını döndüğünde tek bir hükümet ve hazine göremiyor. Çok sesli, ama pek de sesleri uyumlanmamış bir koronun uğultusuyla karşılaşıyor. Bu nedenle bir fikrin oluşması, destek bulduğunun anlaşılması ve uygulanması, ABD’ye oranla, daha çok zaman alıyor. Öte yandan, AB’yi, ABD’ye oranla görece zayıf kılan yapısal etmenler de var. Bu nedenle AB bu olayda daha fazla sarsıldı. Neler olduğu anlaşılamamış olsa da, herkes gibi, sonucun ne olduğunun “malum” olduğunu varsayabiliriz! Peki, ileriye bakınca ne görüyoruz?

     

    Bir kere, ABD’nin krizi ancak orta dönemde (5-10 yıl) atlatabileceği düşünülüyorsa, AB’ninki de en az o kadar, hatta daha uzun, sürer. Ancak bunun nedeni AB içinde bölgesel gelişmişlik farklarının çok olması değil. ABM eski başkanı Jean Claude Trichet’nin bir konuşmasında vurguladığı gibi, aslında ABD içinde gelir farklılıkları daha fazla. (Stiglitz’in işaret ettiği gibi gelişmiş ekonomiler evreninde ABD kadar gelir, ve özellikle servet, dağılımını bozmayı becermiş bir ülke yok). Ama ABD’de tek bir maliye politikası var. AB’de ise bağımsız ülkeler ve eşgüdüm sağlanamayan maliye politikaları demeti var. Sorun da burada. Yol belli. AB’nin kurumsal yapısı ABD’ye yakınsayacak. Bunu herkes görüyor. Ama bunun AB’nin başkentini Brüksel’den Berlin’e taşımadan nasıl yapılabileceği konusu henüz çözülmüş değil. Avrupa’lılar bunu bir türlü çözecekler. Ama çözüme kaç yılda varabilecekleri bilinmiyor. O noktaya kadar AMB’nin işi zor. Ortalıktaki karışıklığın nedeni de bu.

     

    Ekonomik ve Parasal Birlik (EPB) ne olacak? Bence, yaşamaya devam edecek. Yunanistan’ın çıkarılması edebiyatı zaten bir taktik savaşının tozu dumanı idi. Ne Yunanistan’ın çıkmaya, ne de diğerlerinin bu ülkeyi atmaya niyeti var. Hiçbir zaman da olmadı. EPB’den çıkmak Yunanistan’a bir şey kazandırmayacağı gibi, sadece EPB’nin değil AB’nin de varlığını tehdit ederdi. Böyle bir itibar kaybına ne Almanya razı olur ne de Fransa (ne de diğer üye ülkeler, Birleşik Krallık bile). Yunanistan’ın kendi parasına dönmesi ve bu paranın değer kaybetmesi yoluyla yeni dengeye ulaşması kağıt üzerinde bir çözüm. Pratikte bu ülkenin içinden çıkamayacağı çok boyutlu bir kaosa sürüklenmesi demek. Ama Yunanistan, EPB içinde kalabilmek için reel ücretleri indirip, halkının refahını epeyce düşürmesi gerekecek. “Ücret düşürmeyi kabul ettirmek zordur, döviz kurunu ayarlamak ise kolay” önermesi doğru olsa da, sadece bir göreceliği ifade eder. Mecbur kalınınca zor olan da yapılır. Yunanistan da yapacak. Bu yolun maliyetinin toplumu isyan ettirici düzeye gelmemesi için ise AB yardım edecek. Şu anda da bunun turları yapılıyor.

     

    Diğer sorunlu EPB ülkelerine gelince. Portekiz ve İrlanda için Yunanistan’a benzer bir yol görünüyor. İspanya ve İtalya’ya gelince ise durum değişiyor. Önemli ülke olmanın bedeli var. Bu ülkeler, özünde, alacakları önlemlerle ekonomilerini yeniden yapılandırıp, kendilerini kurtaracaklar. Başka çareleri de yok zaten. AB’nin buna desteği, olsa olsa, ufak tefek engelleri aşmaya yarar, o kadar.

     

    Finladiya EPB’den çıkarsa ne olur? Bu Yunanistan’ın çıkarılmasından farklı bir durum. Daha çok Norveç’in AB’ye girmemesine benziyor. İkisi de müreffeh, başarılı ülkeler. EPB (ya da AB) dışında kalmanın kendileri için daha olumlu sonuç vereceğini düşünme özgürlükleri var. Ne Norveç’in, Türkiye gibi, AB’ye alınmaması söz konusu, ne de Finladiya’nın EPB’den çıkarılacağına ilişkin bir dedikodu var. Bu nedenle, Finlandiya’nın EPB’den çıkması, bu organizasyon ve AB için bir saygınlık sorunu doğurmaz. Ama Finlandiya’nın da, ülkede güçlenen aşırı sağın isteği doğrultusundaki, bu yola gideceğini sanmıyorum.

     

     

    Gelelim Türkiye’ye…

     

    AKP, baştan itibaren, muhafazakâr bir parti olduğunu ifade etti. İzlediği iktisat politikası da bunun kanıtı… Gerçi AKP’yi reformcu olarak niteleyenler oldu. Ancak sanırım, bu değerlendirme düzenin korunması için gerekli olanları yapan akıllı muhafazâkarlıkla, reformculuğu karıştırmaktan kaynaklanıyor. Bu bağlamda asıl önemli olan, AKP’nin iktisat politikası alanındaki muhafazakârlığının, toplumda farklı kesimlerden güçlü destek almış olması. AKP’nin seçimlerdeki başarısı bunun bir göstergesi. Ancak önümüzdeki dönemde bu politika pek sürdürülebilir görünmüyor.

     

    Türkiye, hükümetin inanmak istediğinin tersine, 2008’de küreselleşen krizden en çok etkilenen ülkeler arasında yer aldı. İstihdam ve gelir kaybı ile ölçüldüğünde, bu Türkiye’nin 1990 sonrasında yaşadığı en büyük kriz. Hükümetin tepkisi ise, özünde, istikrarı korumaya ağırlık vermek, başka bir değişle iktisat politikasında değişiklik yapmamak biçiminde oldu. Bu seçim yurt içinde, ilk bakışta şaşırtıcı gelse de, güven kaybını engellediği gibi yabancıların Türkiye algılamasını da olumlu yönde etkiledi. Türkiye’de, kriz başladıktan dört çeyrek sonra (bu aynı zamanda en uzun süren kriz idi) iktisadi yaşam canlanmaya başladı ve özel kesim gerek duyduğu dış kaynağı temin edebildi. Bir başka deyişle, hükümetin kriz nedeniyle politikasında değişiklik yap[a]maması, özel kesime ve yabancı yatırımcılara “eski günlere dönüldü” izlenimi verdi. Ekonomi oldukça hızlı toparlandı, istihdam arttı.

     

    Ancak, dünyanın kalanı “eski günlere” dönmemişti. Türkiye 2001 krizi sonrasında olduğu gibi, ihracatını hızla artırarak büyüme şansına artık sahip değildi. Büyüme iç talep kaynaklı idi ve ekonominin yapısı gereği, bu ithalatın patlamasına yol açtı, cari açık o zamana kadar görülmemiş boyutlara fırladı. Bu herkesi, bu arada hükümeti de, korkuttu. Bu defa ekonomiyi, durdurmadan, yavaşlatmanın yolları aranmaya başlandı. Şimdi bu aşamadayız.

     

    Bu noktada durup, olup biteni bir kere daha gözden geçirmemiz gerekiyor. Türkiye ekonomisi küresel şoktan çok etkilendi. Demek ki iktisadi yapıda sorunlar varmış. Hükümet (abartarak söylüyorum) politikasında hiçbir değişiklik yapmayarak istikrara oynadı ve kazandı. Çünkü bu hamle ile özel kesimi ikna edebildi. Ekonomi canlandı. Ama bu defa ekonomi ödemeler dengesi kısıtına çarptı. Yani iktisadi yapı bu tür büyümenin sürdürülebilir olmasına izin vermedi. Böylece 2001 programını, istikrar boyutundan tutarak, doğal ömrünün ötesine çekmenin sınırına gelindiği anlaşıldı.

     

    Oysa, 2001 programının mimarı olarak kabul edilen Kemal Derviş, daha programı açıkladığı gün, bunun bir geçiş programı olduğunu, ekonominin “yeni” bir sürdürülebilir gelişme programına geçebilmesi için yürürlüğe konulduğunu vurgulamıştı. Bu uyarısı, daha sonraki yıllarda, pek dikkate alınmadı. İstikrarın sağlanmasının ekonominin kendiliğinden yeni gelişme yolunu bulmasını sağlayabileceği varsayıldı. Kriz bu varsayımın pek de doğru olmadığını gösterdi. Ekonomi kendiliğinden yeni ve sürdürülebilir bir gelişme yoluna girmedi. Bu bize özgü bir beceriksizlik mi? Sanmıyorum… Yaşamakta olduğumuz kriz, gelişmiş ülkelerin de aynı sorunla malul olduklarını gösterdi.

     

    Yeni bir program yapabilir miyiz? Sanırım yaparız. Türkiye’nin iktisadi sorunları bilinmiyor değil. Her gün gazetelerde okuyoruz. Çözüm önerisi açısından ise aynı zenginliğe sahip değiliz. Asıl sorun bu da değil. Çözüme yönelik her iktisadi programın bir maliyeti olacak. Bu maliyeti kabul etmeye hazır mıyız? Bu soruya olumlu yanıt verilebileceğini sanmıyorum. Politikacıların rolü de burada ortaya çıkıyor. Toplumu bu maliyeti kabule ikna etmek. Bu noktada görünüm pek umut vermiyor. Aynen ABD ve AB’de olduğu gibi…

     

    Türkiye’nin İhracatı Üzerine

     

    Son olarak iktisat politikasına ilişkin somut bir örneği ele almak istiyorum. Bilindiği üzere ülkemiz dış ticaret dengesini kuramıyor. Bu yeni bir sorun değil. 1946 yılından bu yana, eksiksiz, her yıl ülkemizin ihracatı, ithalâtının altında. Tabii gerekçemiz bol! “Enerjide yurt dışına bağımlıyız. Petrol ve doğal gaz ithal etmek zorundayız” Sanki, Japonya petrol denizinde yüzüyor, Güney Kore doğal kaynak zengini, Almanya II. Dünya Savaşından sonra altın madeni buldu! Bu ülkelerin hepsi ihracatlarını artırdılar, hem de çeşitlendirerek. Dış ticaretlerinde de önemli ölçüde fazla veriyorlar. Gidin Türkiye’de herhangi bir alış veriş merkezine. Satılan malların ne kadarı bu ülkelerden geliyor, ne kadarı bu ülkelerin patentleriyle imal ediliyor?

     

    Ülkemizin ihracatının temel özelliği ne? Ülkeye bıraktığı katma değeri düşük ürünler olması. Bunların bir kısmı teknoloji içeriği düşük ürünler. Bazıları ise orta düzeyde teknoloji gerektiriyor. Bu ürünlerde de yapabildiğimiz, “montaj” olarak adlandırılabilir. Bu kötü mü? Değil, ama Türkiye’yi ileriye taşımıyor. Kore de bu yollardan geçti. Ama “geçti”… Orada takılıp kalmadı. Bu sorun bilinmeyen bir şey değil. İkide bir 3Y (yüzde yüz yerli) düşü görüp sayıklamamız olayın farkında olduğumuzu gösteriyor. Tabii, küreselleşen dünyada 3Y’nin komik bir hedef olduğu açık. Ne ABD kendisine böyle bir hedef seçiyor, ne Güney Kore… Ama her ülke yeni tasarımlar geliştirmek, katma değerin daha büyük bir kısmına sahip olabilmek için çalışıyor. Çin tipik bir örnek. Dünyanın imalat atölyesi gibi üretim yapıyor. Buna karşılık katma değerden çok az pay alıyor. Hala dünyanın “fakir” ülkelerinden birisi. Bunu kırmak için bilimsel araştırmaya ağırlık veriyor. Giderek daha büyük kaynağı bu alana kaydırıyor. Bir de sembolik anımsatma: Çin’in uzaya astronot göndermesini yerinde izleyen Çin devlet başkanı Hu Jintao uzay araştırmalarının başındaki bilim adamının karşısında bir öğrenci gibi saygıyla durup, o ne söylerse yapıyordu.

     

    Hükümetin de bu sorunun farkında olduğu görülüyor. Sanayinin yapısını değiştirmek, daha çok ara malı üretebilir hale getirmek için bir “özendirim paketi” hazırlandı. Türkiye’nin deneyimine ilişkin gözlem ve izlenimlerim, özendirimlerin (teşvik) pek işe yaramadığı yönünde, [örneğin Ersel ve Filiztekin (2008)’de ulaşılan sonuçlar]. Burada iki sorun var. Birisi özendirimlerin yarattığı rantı ele geçirenlerin bir kısmının “kötü niyetli” olmaları, ikincisi ise özendirimlerden yararlananların çabalarının beklenen sonucu vermemesi. Bunlardan ilki, toplumu çok rahatsız ettiği için çok ilgi çekti. Oysa en az onun kadar önemli olan ikincisi üzerinde yeterince durulamadı. Oysa, özendirimlerin doğru (amaca uygun ve etkin) tasarlanıp tasarlanmadığı son derece önemli konu. Tabii geçmişte özendirimleri amaçlarınaa uygun kullanmayı becermemiş olmamız, bu defa da kullanamayacağımız anlamına gelmiyor. (Babam, “insan hayal ettiği müddetçe yaşar” derdi.)  Ama iktisadın en zor alanlarından birisinin “özendirim tasarımı” olduğunu da unutmamak gerek. [1]

     

    İhracatımız açısından karşılaştığımız bir başka sorun da küresel ekonominin durumu. Avrupa durgunlukta. Bu nedenle Türkiye bu pazara olan ihracatını artırmakta zorlanıyor. Bu da ihracatçıları başka pazarlara yöneltiyor. Bu girişimler, sınırlı da olsa, bazı başarılı sonuçlar verdi. Bundan memnun olmak gerek. Sorun bunun devam edip edemeyeceğinde. Türkiye tarafında bir sorun olmayacağını, ihracatçıların heveslerinin devam edeceğini ve ciddiyetlerini koruyacaklarını kabul edelim. (Böyle olmaması için bir neden göremiyorum). Ancak dünyanın kalanındaki durum ne? Krizin ikinci dalgası gelişmekte olan ülkelere ulaşmaya başladı bile. Öte yandan Orta Doğu ülkelerindeki karışıklıklar, bu ülkelerin gelişme ve ticaret potansiyellerini olumsuz yönde etkiliyor ve, göründüğü kadarıyla, daha epeyce etkilemeye devam edecek. Özetle, dünya ekonomisinin ve dış ticaretinin hızlanacağına ilişkin pek işaret yok. Öte yandan ciddi iç talep sıkıntısı çeken Avrupa ülkelerinin de bizim ihracat yapmayı umduğumuz ülkelere daha yoğun yönelmelerini beklemek gerek. Duraklamaya başlayan Asya ülkeleri, başta Çin ve Hindistan olmak üzere, de aynı yolu izlemek zorunda. Özetle dış pazarlarımızda rekabet daha da artacak.

     

    Soru şu: Türkiye bu gelişmelerle baş edebilecek mi? Birkaç boyuta bakalım:

     

    1)       İhracatçılarımızın girişkenliğine güveniyoruz. Ama Amerikalıların, Avrupa’lıların, Hindistan’lıların Güney Kore’lilerin ya da Vietnam’lıların girişkenliği bizden az mı? İhracatçılarımızın, dünya ekonomilerindeki gelişmeleri izleyebilip öngörebilmelerini sağlayacak bilgiye kolay ve ucuz ulaşmasını sağlamak açısından neredeyiz? Özellikle ABD’li, Avrupa’lı ve Asya’lı rakiplerimizle karşılaştırdığımızda…

    2)       İhracatı yapabilmek için alıcıya uygun finansal olanaklar sunmayı gerektirir. Türkiye’nin finansal sistemi bu alanda, örneğin, Çin’le baş edebilir mi? Ya da Güney Kore’yle. Bankacılık sistemimizin bir darbeyle yıkılmayacak kadar sağlam olması başka, sanayi ve ticaretimizi destekleyecek güçte olması başka. İlkiyle çok övündük ama ikinci boyutta neler yapabiliyoruz?

    3)       İhracatın sürekliliği, ürün ve/veya üretim süreçlerinde yenilik yapabilme yetkinliğine bağlı. Türkiye’nin bu alandaki gücü, örneğin Güney Kore ya da Tayvan ile rekabet etmek için yeterli mi? Bu nokta bana önemli geliyor. Çünkü bu ülkelerle aramızdaki en önemli fark onların eğitimdeki başarıları. Mevcut eğitim sistemimiz, bizim bu alanda, borumuzu öttürmekten vazgeçtim, fısıltımızı duyurabilmemize olanak sağlayabilecek nitelikte mi?

     

     

     

    KAYNAKLAR

     

    Cambell, D.E. (1995): Incentives, Cambridge: Cambridge University Press.

     

    Ersel, H. ve A. Filiztekin (2008): “Incentives or Compensation? Government Support for Private Investment in Turkey”, in Ahmed Galal (Ed.): Industrial Policy in the Middle East and North Africa, Cairo: The American University in Cairo Press, 2008, s. 35-50.

     

    Krugman, (2012): End This Depression Now, New York: W.W. Norton.

     

    Laffont, J-J ve D. Martimort (2002): The Theory of Incentives, Princeton: Princeton University Press.

     

    Laffont, J-J ve J. Tirole (1993) : A Theory of Incentives in Procurement and Regulation, Cambridge Massachusetts: The MIT Press.

     

    Stiglitz, J.E. (2012): The Price of Inequality, New York: W.W. Norton.

     

     

     


    [1] Özendirim sorununu ele alan geniş bir iktisat yazını var. Bu konuyla ilgilenmek isteyenler için yardımcı olabilecek kaynaklara örnek olarak Laffont ve Tirole (1993), Cambell (1995) ve Laffont ve Martimort (2002) gösterilebilir.


    * Bu yazı, İktisat ve Toplum Dergisi'nin 23. sayısında yayımlanmıştır.

    Etiketler:
    Yazdır