TEPAV web sitesinde yer alan yazılar ve görüşler tamamen yazarlarına aittir. TEPAV'ın resmi görüşü değildir.
© TEPAV, aksi belirtilmedikçe her hakkı saklıdır.
Söğütözü Cad. No:43 TOBB-ETÜ Yerleşkesi 2. Kısım 06560 Söğütözü-Ankara
Telefon: +90 312 292 5500Fax: +90 312 292 5555
tepav@tepav.org.tr / tepav.org.trTEPAV veriye dayalı analiz yaparak politika tasarım sürecine katkı sağlayan, akademik etik ve kaliteden ödün vermeyen, kar amacı gütmeyen, partizan olmayan bir araştırma kuruluşudur.
Suriye’deki iç savaşın trajik sonuçları
gözlerimizin önünde yaşanıyor. Son dört yıldır vatanlarını terk etmek zorunda bırakılan milyonlarca Suriyelinin çok uzun süre hiçbir makamca kayıt altına alınmadıkları, dilini bilmedikleri ve yasal çalışma imkânına, sigortaya vs. sahip olmadıkları bir ülkede, hiçbir düzenli destek almadan hayatta kalma mücadelelerine üzülerek tanık olduk. Sayıları şimdi biraz azalacak ama Yunanistan üzerinden Avrupa’ya geçmek için ölümü göze alarak Ege’ye açılanların durumu/dramı daha da içler acısıydı. İnsanlıktan nasibini almış herkes gibi ben de Suriyeli göçünün safahatını üzülerek izliyorum. Dolayısıyla, yazıya attığım başlığın “ne yapıp edip Suriyelileri buradan göndermemiz lazım” gibi bir iması yok. Zaten bu insanlara yardım etmenin sadece insani değil; aynı zamanda ahlaki bir sorumluluk olduğunu düşünüyorum. Bireysel tercihlerimiz halefine cereyan etmiş olsa da, bu insanların evlerini barklarını bırakıp göç etmek zorunda kalmalarına ciddi katkıda bulunmuş bir ülkenin vatandaşlarıyız sonuçta. Kısacası bu göçmen karşıtı bir yazı değil. Sadece halen Türkiye’de bulunan 3 milyon civarındaki Suriyelinin ve onları barındıran ülke ekonomisinin bundan sonra nelerle karşılaşacağına dair bazı öngörülerimi paylaşmak istiyorum.
Bu yazı açısından özellikle kritik olan soru, Suriye’den aldığımız kitlesel göçün Türkiye ekonomisinin halen içinde bulunduğu orta gelir tuzağından çıkış potansiyelini nasıl etkileyeceği. Bugüne dek devletten de sivil toplumdan da bu konuya kafa yoran pek olmadı. Ancak bu sadece Türk vatandaşları için değil, göçmenlerin kendisi için de önemli bir soru aslında. Önemli bir soru çünkü Türkiye ister istemez bugün göçmen dediğimiz insanların büyük bölümünün de kalıcı vatanı haline gelecek. Milyonlarca göçmenin eğitim ve sağlık sistemlerimizle her türlü kentsel altyapılarımız üzerinde yaratacakları büyük yükün sonuçlarını onlarla birlikte yaşayacağız. Birinci öngörüm bu. Türkiye milyonlarla ifade edilen sayılarda Suriyelinin yeni vatanı haline gelince, onların gelişinin ortaya çıkarttığı sorunları da onlarla birlikte yaşayacağız. Bu süreçte Türkiye ekonomisinin zaten halihazırda içinde bulunduğu orta gelir tuzağının derinleşeceği ve daha kalıcı hale geleceğini düşünüyorum. Bu da ikinci öngörüm.
Aslını ararsanız bu iki öngörünün ardında da bir sarmal halinde birbirleriyle etkileşim içinde olan sorunlar var. Bu göç-orta gelir tuzağı etkileşimi konusunu yazmayı aylardır arzu ediyor, ama bir türlü fırsat bulamıyordum. Daha fazla ertelemeden yazma isteğimi depreştiren şey Türkiye’nin AB ile yaptığı son pazarlık etrafındaki tartışmalar oldu. Ama burada pazarlığın kendisini tartışmak niyetinde değilim. Hem bu konuda çok şey zaten yazıldı, hem de pazarlığın kendisi yukarıdaki öngörülerimi revize etme ihtiyacı hissettirmedi. İkisinin de hala arkasındayım.
Önce ilk öngörüme dair bir şeyler söyleyeyim. Konuyu çarpıtmanın âlemi yok: Bu insanların kahir ekseriyeti yaşadıkları eziyete memleketlerindeki baskıcı rejimden kaçmak için katlanmıyor; memleketlerinde kalmaları imkânsız hale geldiği için katlanıyorlar. Çünkü memleketleri o baskıcı rejimi devirme konusundaki hırsı ile bunu becerme kapasiteleri arasında ciddi uyuşmazlıklar olan bir dış koalisyon sayesinde cehenneme dönmüş durumda. Ne yazık ki ülkelerinin öngörülür bir gelecekte tekrar yaşanır hale gelmesi de imkânsız gözüküyor. O dış koalisyonun aktörlerinden biri olan hükümet, son döneme kadar Suriye’den 3 milyon civarında göçmene sınırlarını açıp, gelmelerini seyretmekle yetindi. Bazı başka işlerde gözlemeye alıştığımız sistematik organizasyon becerilerini gelenlerin sayısını, eğitim düzeyini, mesleğini vs. kayıt altına alıp, eğitim yaşındaki çocuklara okul, çalışma yaşındaki yetişkinlere iş bulma gibi konularda göremedik. Muhtemelen, Emevi Camii’nde namaz kılma hayali için biçilen kısa vadeden sonra çabucak geri gidecekleri düşünüldüğü için bir şey yapılmadı. Ama o namaz bir türlü kılınamayınca gelenler de geri dönemedi. Dön(e)meyecekler de; çünkü dönebilecekleri bir memleket kalmadı zaten. Suriye, reel milli gelirinin ve ekilebilir topraklarının yarısından fazlasını kaybetmiş bir ülke artık. Kaçabilenler kaçtıkça, kaçamayanlar öldürüldükçe uzaydaki uydulardan çekilen fotoğraflar giderek kararıyor.
Türkiye’ye kaçan ve Suriye’ye geri dönemeyeceklerini fark eden milyonlarca insan ister istemez burada kalacak. AB’nin yapılan son “Kayserili pazarlığı” çerçevesinde alacağı göçmen sayısı en iyi ihtimalle devede kulak mertebesinde olacak.[1] Zaten pazarlığın asıl etkisi, Türkiye’den Yunanistan’a geçmeye çalışanların sayısında büyük düşüşe yol açması olacak muhtemelen. Ege’yi geçmeyi başarsalar bile geri gönderileceğini bilen insanlar, bu riskli yolculuğa çıkmak istemeyecekler ve takasa konu olacak göçmen sayısı da kendiliğinden azalmış olacak. Kaçak da olsa bir iş bulmayı başaranlar, şirket kuranlar, evlenenler başta olmak üzere, aileleriyle birlikte milyon mertebesindeki sayılara varan insan için yeni vatan Türkiye olacak.
Bu birinci öngörümü bir kenara yazdıysanız şimdi bunun
Türkiye’nin orta gelir tuzağı
ile ilişkisine gelebiliriz. Türkiye, her türlü kritere göre orta gelir tuzağında olan bir ekonomi (bu kriterleri merak eden aşağıdaki metin kutusuna bakabilir). Tablodaki rakamlar da ihracatın orta gelir tuzağındaki bir ekonominin profiline uygun biçimde, ağırlıklı olarak orta ve düşük teknolojili ürünlerden oluştuğuna tanıklık ediyor.
TABLO. Türkiye’nin İhracat Gelirlerinin Ürünlerin Teknoloji Yoğunluğuna Göre Dağılımı (%)
Kaynak: OECD (bit.ly/1RuZ7XF)
Tablodan görüldüğü gibi yüksek teknolojili, yüksek katma değerli ürünlerin toplam ihracat içindeki %3-4’lük payı bu ürünlerde bir uluslararası rekabet gücüne işaret etmekten çok uzak. Oysa hem milli geliri hem de ihracat gelirlerini ciddi biçimde arttıracak asıl ürünler bu gruptakiler. Peki bu neden böyle? Yani Türkiye neden orta ve düşük teknoloji gerektiren ürünleri ihraç etmekte başarılı iken, daha yüksek katma değerli ürünlerde aynı başarıyı gösteremiyor? Bu sorunun en kestirme cevabı, Türk şirketlerinin bu tür ürünleri uluslararası rekabet gücüne sahip olacak kadar ucuza mâl edemiyor olması. Yahut tersten söyleyeyim: Türk şirketleri ancak düşük ve orta teknolojili, düşük katma değerli ürünleri rekabetçi maliyetlerle üretmeyi becerebiliyor.
“İyi güzel de, bu maliyet avantajının kendisi nereden kaynaklanıyor” derseniz, buna en kestirme cevabım da “memleketteki işgücünün büyüklüğü ve kalitesinden” olur. Ortalamada sadece 7,5 yıl boyunca, Türk okullarının verdiği orta kalitedeki eğitimi almış, vasat becerilere sahip çok sayıda insan olması, bunların nispeten ucuza çalıştırılabilmesini sağlıyor. Veri fiziki sermaye miktarı için, nispeten çok sayıda düşük/orta becerili çalışan istihdam etmenin sağladığı maliyet avantajı ilgili ürünlerde rekabet gücü veriyor. Gerçekten de, Türkiye’nin ihracatında yüksek payı olanlar tam da bu tür emek-yoğun teknolojilerle üretilen ürünler. Aynen uluslararası ticaret teorisinin öngördüğü gibi yani. Sahip olduğu fiziki sermaye miktarına kıyasla, bu büyüklükte ve ortalaması lise-altı eğitimli olan bir işgücüne sahip bir ülkenin ihracat bileşiminin tablodakinden farklı olmasını beklemek mümkün değil nitekim. Diğer bir deyişle böyle bir ülkenin orta gelir tuzağında olması şaşırtıcı değil.
Bazı okuyucuların “tamam bu orta gelir tuzağı hikayesine itirazımız yok ama,
Suriyeli göçmenlerin gelişinin ihraç ürünlerinin bileşimine etkisi
nasıl olacak ki” dediğini duyar gibi oluyorum. Bu soruya cevap vermek için ünlü bir Polonyalı iktisatçının desteğine başvuracağım izninizle. Toprağı bol olsun Bay Tadeusz Rybczynski’nin, 9 tane sessiz harfi yan yana getiren soyadıyla anılan bir teoremi var. Bu teorem bize, bir ekonomide nispeten bol bulunan üretim faktörü ya da kaynak aniden daha da bollaşması halinde iki şeyin olacağını söylüyor:[2] 1) üretiminde o faktör ya da kaynağın nispeten daha yoğun kullanıldığı ürünlerin üretimi artar, 2) üretiminde onun dışındaki faktör ya da kaynakların daha yoğun kullanıldığı ürünlerin üretimi azalır.
Burada teknik ayrıntılara girmek istemiyorum ama teorem, orta ve düşük becerili işgücü açısından nispeten zengin (ama dünya ticaret hadlerini etkileme gücü olmayan) Türkiye gibi bir ülkeye, ezici çoğunluğu orta ve düşük becerilere sahip milyonlarca Suriyelinin gelip çalışmaya başlaması durumunda olacaklara uygulanabilir türde. Teoreme göre, bu nitelikte ve bu büyüklükte bir göçmen işgücü girişi, ev sahibi ülkenin ağırlıkla orta ve düşük teknolojili ürünler üretmek için düşük becerili ucuz emeğe ihtiyaç duyan sektörlerine doğrudan doping etkisi yapar. Böylece zaten düşük katma değerli ürünler üreten sektörler daha da palazlanır. Bu bir. Ekonominin geri kalanındaki kaynakların bir bölümünün bu sektörlere kaymasına yol açan dolaylı etkiler yüzünden nispeten yüksek katma değerli ürünler üreten sektörler zayıflar Bu iki. Sonuç olarak, Suriye’den gelen işgücünün, daha yüksek katma değer üreten sektörlerin daralmasına ve bu ürünlerin ihracat payının daha da düşmesine, en iyimser olasılıkla mevcut patetik düzeyinde kalmasına sebep olacağını söyleyebiliriz.[3],[4]
Türkiye’de bugünkü işgücü arzının aniden artmasının sektörel kaynak dağılımı üzerinde ortaya çıkaracağı bu doğrudan ve dolaylar etkilerin kısa ve orta vadede gözleneceğini bekleyebiliriz. İşin bir de gelecekteki işgücü arzı boyutu var. Doğurganlık oranlarının Türklerden çok daha yüksek olduğu anlaşılan Suriyeli göçmenlerin beraberlerinde getirdiği yüzbinlerce okul çağındaki çocuğun yanı sıra, Türkiye’de doğurdukları ve doğuracakları çocuklar da burada alacakları eğitimden sonra yakın gelecekteki işgücü arzının parçası olacaklar. Türkiye’nin “kendi-himmete-muhtaç-bir-dede, nasıl-başkasına-himmet-ede”-halindeki kamu eğitim sisteminin bu çocukları yüksek teknolojili, yüksek katma değerli ürünler üretecek becerilerle donatabileceği hayalini gören var mı bilmem. Bunlar orta ve uzun vadede, mevcut düşük ve orta becerili insan gücü ordumuzu besleyecek kıtalar olacak ister istemez. Bir adım daha ileri giderek söyleyeyim. Bu çocukların eğitim sistemi üzerine yüklediği ek yük sadece kendilerinin değil; Türk vatandaşı çocukların memleketi orta gelir tuzağından çıkaracak beceriler kazanacağı eğitim alması ümidini de epeyce düşürmüş bulunuyor. Bu da üç.
Sonuç olarak, memleketin orta gelir tuzağından yakın zamanda çıkma konusunda zaten çok da güçlü olmayan ümitleri bir başka bahara, hatta neredeyse Emevi Camii’nde namaz kılma ümitleri kadar uzak bir bahara kalmış durumda. İşin, bu yazının kapsamı dışında kalan yoksulluk ve onunla bağlantılı suç, terör vs. boyutlarını da tamamıyla bir kenara bırakıyorum ve hayırlısı olsun diyorum. Diyorum ama “6 milyar avroyu biz verseydik de, bu göçmenleri AB ülkeleri alsaydı herkes için daha iyi bir çözüm olurdu” diye düşünmeden de edemiyorum: Bu durumda göçmenler daha mutlu olurdu; çünkü asıl gitmek istedikleri, gidebilmek için ölümü bile göze aldıkları ülkeler zaten bunlardı. Türkiye açısından, milyonlarca göçmenin eğitim ve sağlık sistemlerimizle kentlerimizin altyapısı üzerinde kısa ve orta vadede yaratacakları büyük yük ile orta ve uzun vadede yaratacakları ekonomik büyüme sorunlarından kaçma fırsatı için üste 6 milyar değil, 16 milyar avro bile verilebilirdi. AB açısından düşününce de, orta gelir sorunundan muzdarip olmayan; hatta düşük beceri gerektiren işlerde çalıştıracak insan açığı bulunan bu kadar ülkenin göçmenleri paylaşması kendileri açısından büyük bir ekonomik soruna yol açarmış gibi gelmiyor. Buna rağmen, “sınır kapılarını açıp sel gibi bir göçmen girişine izin vermeyelim; alacağımız göçmenleri Türkiye’deki mülteci kamplarından usuletle ve suhuletle seçip, uygun şartları oluşturduktan sonra alırız” derken bir bildikleri olabilir mi? Ne dersiniz?
Bu yazı İktisat ve Toplum dergisinin Nisan 2016 sayısında (No. 66; http://bit.ly/1TU7T2O) yayınlanmıştır.
[1] Pazarlıkta üzerinde anlaşılan kriterlerin yerine gelip gelmediğinin kontrolü çok kolay değil. Timur Kaymaz’ın bu pazarlık süreci üzerine yazdığı derli toplu özette verdiği kimi sayılar bu konuda fikir verecek nitelikte (http://www.tepav.org.tr/tr/blog/s/5537). Mesela kıyı ülkeleri üzerindeki göç baskısını azaltmak için Avrupa Komisyonu tarafından Eylül 2015’te yürürlüğe konan ve toplam 160 bin sığınmacının İtalya ve Yunanistan’dan alınıp diğer 26 AB ülkesine dağıtılmasını öngören “yeniden yerleştirme programı” çerçevesinde o ülkelere gönderilebilen sığınmacı sayısı 500’de kalmış.
[2] Rybczynski Teoremi hakkında daha ayrıntılı bilgi için herhangi bir uluslararası ekonomi ders kitabına bakılabilir. You Tube’da da şöyle bir (İngilizce) video var açıklayan: bit.ly/1nXIYCd
[3] Bu bahsettiğim etkileri daha iyi anlamak için Rybczynski Teoreminin öngörülerinin Heckscher-Ohlin (HO) modelinde nereye oturduğunu iyi anlamak gerekiyor. Bunun için herhangi bir uluslararası ekonomi ders kitabına bakılabilir. You Tube’daki şu (İngilizce) videoda da Suriyelilerin Türkiye’ye gelişine uyarlanabilecek bir analiz var: bit.ly/1Mivwoe (Türkiye’ye uygun bölüm 7’30”a kadar)
[4] 1980’lerin sonunda Bulgaristan’ı terk etmek zorunda kalan yüzbinlerce soydaşın Türkiye’ye göçü birkaç nedenle benzer kaygılara yol açmadı. Birincisi, bunlardan çalışma yaşında olanlar anavatandaki beceri düzeyi ortalamasının üstünde becerilere sahipti. Bu yüzden, beceri ortalamasını düşürmediler, aksine yükselttiler. İkincisi, Bulgaristan’dan gelen göçmen sayısının toplam nüfusa oranı daha düşüktü. Üçüncüsü, gelenlerin dil sorunu olmadığı için daha kolay entegre oldular.