Arşiv

  • Mart 2024 (17)
  • Şubat 2024 (19)
  • Ocak 2024 (18)
  • Aralık 2023 (17)
  • Kasım 2023 (14)
  • Ekim 2023 (15)
  • Eylül 2023 (12)
  • Ağustos 2023 (21)
  • Temmuz 2023 (18)
  • Haziran 2023 (13)
  • Mayıs 2023 (9)
  • Nisan 2023 (9)

    Riskimizi bir de biz yükseltmeyelim

    Fatih Özatay, Dr.10 Ağustos 2016 - Okunma Sayısı: 1881

    Dünya’nın dünkü manşeti “KOBİ’ler de kârını finansmana harcadı” şeklindeydi. Manşetin altında ise Türkiye’nin ikinci 500 büyük sanayi kuruluşunun kârlarının yarıdan fazlasının finansmana gittiği belirtiliyordu. İki temel soruna işaret ediyorlar: Şirketlerimizin özkaynakları yetersiz ve düşük faizle borç bulamıyorlar.

    Düşük faizle finansmana ulaşılamaması önemli bir sorun. Şirketlerin arzu edilen ölçüde büyümelerine engel oluşturuyor çünkü. Düşük faizle finansmana erişilememesi iki unsurun bir bileşkesi olarak ortaya çıkıyor: Birincisi, genelde kredi faizlerinin yüksek olması. İkincisi ise çok büyük ve iyi bilinen şirketler dışında kalanların daha riskli addedilmeleri.

    Bu durumda, sorunun çözümü için ilk akla gelen ekonomi politikası uygulaması “faizlerin düşürülmesi” oluyor. İki soru: Peki, gerçekten faizlerin düşürülmesi bu şirketlerin daha uygun koşulla kredi bulmalarını sağlayabilir mi? Faizleri mevcut düzeylerin altına çekmek mümkün mü?

    İkinci soru ile başlayayım. Türkiye’nin tasarruf oranı (toplam tasarruflarımızın milli gelirimize oranı) çok düşük. Bu nedenle büyüme oranımızı kalıcı biçimde artırıcı düzeyde yatırım yapamıyoruz. Kaldı ki yetersiz düzeydeki yatırımlarımızın bir kısmını dış borç ile finanse ediyoruz. Dış koşullar olumsuz yönde değişir ve yeteri kadar dış borç bulamazsak yatırımlarımız sekteye uğruyor ve büyüme oranımıza aşağıya doğru baskı yapıyor.

    Tasarruf oranı ile reel (enflasyondan arındırılmış) faiz oranı arasında yakın bir ilişki var. Enflasyonun altında bir nominal faiz oranı (negatif reel faiz) bir yandan tasarruf yapmayı caydırıyor bir yandan da tasarrufların bir kısmının finans sektörü dışına kaymasına ve bu nedenle krediye dönüşmemesine yola açıyor (mesela daha fazla altın tutmak gibi). Bu durumda Türkiye’nin temel ekonomik sorunlarının başında gelen düşük tasarruf oranı sorununu iyice içinden çıkılmaz hale getirmek istemiyorsak tasarrufa verilen faizin (mevduat faizi diyeyim) inebileceği bir alt sınır olduğunu kabul etmek gerekiyor. Bu alt sınırın enflasyonun biraz üzerinde bir yerde olduğu açık.

    Yıllardır enflasyon yüzde 8.3 etrafında küçük dalgalanmalar gösteriyor. Bu yıl önce biraz düşer gibi yaptı; ama aklı başında hiç kimse bu düşüşün kalıcı olacağını düşünmedi. Gerçekten de öyle oldu ve enflasyon tekrar yükselişe geçti. Şu anda yüzde 9’a yakın bir tüketici enflasyonumuz var. Bu durumda, yetersiz tasarruf oranı düzeyimizi daha da düşürmek istemiyorsak mevduat faizlerinin (dolayısıyla bankaların borçlanma maliyetlerinin ve kredi faizlerinin) inebileceği alt sınır da kendiliğinden ortaya çıkıyor. Dolayısıyla, az önce sorduğum ikinci sorunun yanıtı “hayır” şeklinde. Bu durumda, ilk sorunun yanıtının da olumsuz olduğu açık.

    Bu olguyu kabul etmemiz gerekiyor. Kabul etmeyip, idari kararlarla mevduat faizini aşağıya doğru daha fazla zorlarsak, hem bugünkü tasarruf düzeyimizi arayacak hale geliriz hem de Türkiye’nin riskini artırırız. Oysa şu zor günümüzde en son isteyeceğimiz şey, yukarıdaki yalın gerçeğe gözümüzü kapayıp idari kararlarla riskimizin artmasına yol açmak olmalı.

    Bu köşe yazısı 10.08.2016 tarihinde Dünya Gazetesi'nde yayımlandı.

    Yazdır