Arşiv

  • Mart 2024 (18)
  • Şubat 2024 (19)
  • Ocak 2024 (18)
  • Aralık 2023 (17)
  • Kasım 2023 (14)
  • Ekim 2023 (15)
  • Eylül 2023 (12)
  • Ağustos 2023 (21)
  • Temmuz 2023 (18)
  • Haziran 2023 (13)
  • Mayıs 2023 (9)
  • Nisan 2023 (9)

    Türkler, ticareti neden o kadar da sevmiyor?

    Güven Sak, Dr.29 Mayıs 2017 - Okunma Sayısı: 3896

    Bu hali bundan önce iki kere daha görmüş olduğumu hatırlıyorum doğrusu. İlki 1995-1996 yıllarındaydı. Türkiye o vakitlerde Gümrük Birliği’nin bir parçası olmaya çalışıyordu. Etrafta bir “yandı gülüm keten helva” havası vardı. Suratlardan düşen bir parçaydı. Koca koca iş insanlarının toparlanıp, toparlanıp rütbeli askerleri, o vakitlerin kudretlilerini ziyaret ettikleri zamanlardı. “Gümrük Birliği’nin parçası olursak, Türkiye’de sanayi kalmaz, biz fabrikaları kaparız” söylemi işte o günlerden kalmadır. Serbest ticareti sevmeyelim diye çok çalıştılar doğrusu. O vakitler, Dünya Bankası’nın yayımladığı, “siz gümrük birliğine girerseniz, Türkiye otomobil ihracatçısı olur” diyen raporunu bile takmamıştı kimse. Hatırlarım. Sonra ne oldu? Türkiye, Gümrük Birliği sayesinde orta teknolojili bir sanayi ülkesi oldu. Serbest ticaret, aslında Türkiye’ye çok iyi geldi.

    İkinci kere bu hali, bundan 8-10 yıl önce ilk kez Ermenistan’a gittiğimde görmüştüm. Etrafta “Doğu Kapı açılmasın” diye yayın yapan geniş bir muhalefet vardı. Hala da var. Argüman tıpatıp aynıydı. Türkiye ile sınır kapısı asla açılmamalıydı, açılırsa bu durum Ermenistan sanayiinin sonu olurdu. Türkiye sınır kapısını açsa bile, Ermenistan hükümeti zinhar bu işten uzak durmalıydı. Ben ilk gittiğimden beri hep onlara Türkiye’nin Gümrük Birliği deneyimini anlatıyorum. Bir babayiğit gelip de kapıyı hala açamadığı için bu işin sonucunu daha bilmiyoruz. Ama yapılan çalışmalar serbestleşmenin Ermenistan ekonomisine iyi geleceğini gösteriyor. Karabağ işini uzatmak en çok Ermenistan’a zarar veriyor. Sınırı açmak Türkiye açısından bölgesel kalkınma programı kapsamında bir adım olur ancak, Ermenistan için ise bütüncül bir ulusal kalkınma meselesidir. Hep diyorum.

    Bu yılın Nisan ayında IMF, Dünya Bankası ve Dünya Ticaret Örgütü bir rapor yayımladı. Rapor, “Ticareti Herkes için Büyümenin Motoru Yapmak (Making Trade An Engine of Growth for All)” başlığıyla çıktı. Amaç, G20 gündemini korumacılıktan korumak sonuçta. Bu çerçevede, uygulanması gereken ticaret politikalarını yeniden hatırlatmak bir nevi.

    Ben en çok raporun 9 numaralı grafiğine takıldım doğrusu. Burada, Amerikan Pew araştırma şirketinin 2014 yılında yaptığı bir anketten tek bir soruya farklı ülkelerden verilen cevapları görselleştirmişler. Her ülkeden katılımcılara “bir ülkenin başka ülkelerle ticari ilişkilerini artırması iyi midir?” diye sormuşlar, “Ticaret iyidir” diyenlerin oranını da yandaki grafiğe ülke ülke yerleştirmişler. Dış dünyaya açık olmayı zenginleşme sebebi olarak görenler ticaret hakkında olumlu bir görüşe sahip elbette. Dış dünyaya açık olmanın başa bela olduğunu düşünenler, aksi kanaatte.

    Şimdi önce grafiğe bir bakalım. Gelişmekte olan ülkeler arasında ilk sırada Vietnam, son sırada ise Türkiye var. Nedir? Vietnamlıların yüzde 95’i ticaret iyidir demiş. Bu oran Türkiye’de yüzde 55’e kadar düşüyor. Çin yüzde 90’larla ikinci sırada yer alıyor. Gelişmiş ülkeler sıralamasında ise, yüzde 90 olumlu görüşle İspanya en başta ve en sondaki İtalya’da olumlu oran yüzde 55’e düşüyor.

    Şimdi buna nasıl bakmak lazım?  Malum şimdilerde sistemin ta merkezinde, Amerika’da, dili korumacılıktan yana çalan bir başkan var. Dedikleri tam doğru değil ama Donald Trump sonunda Amerika’nın başkanı. Geçen hafta Trump, NATO toplantıları için gittiği Brüksel’de “Almanlar kötü, çok kötü” dedi. “Bakın Amerika’ya” diye de ekledi “bizim pazarımıza milyonlarca otomobil satıyorlar, ama buna artık müsamaha etmeyeceğiz.” Ne yaptı? İşi yine yanlış noktadan bir kahvehane muhabbetine çevirdi. Avrupalı muadilleri “Amerikalı karşıtlarının dünyanın ticaret politikası birikiminden habersiz olduğunu” görerek tescil ettiler. Amerika’da milyonlarca Alman arabası satılıyor. Neden? İki nedenle. Birincisi, satılan arabalar esasen Amerika’da imal ediliyor. İkincisi, Alman arabaları Amerikan arabalarından daha iyi. Milyonlarca Amerikan tüketicisi Alman arabalarını tercih ediyor. Yapın daha iyisini ondan alsınlar. Ne yapsın Amerikalılar? Anadol’a mı binsinler?

    Şimdi ben bu yandaki tabloya bakınca üç hususu ayırabiliyorum. Birincisi, sıralamanın sonlarında yer alan Türkiye ve İtalya’da bile “ticaret iyidir” diyenlerin oranı yüzde 55in altına düşmüyor. Nedir? Serbest ticaretin bir zenginleşme kaynağı olduğu hususunda bir genel kanaat oturmuş dünyada. Burada belirgin bir değişiklik yok. Bu bir kere iyidir.

    İkincisi, gelişmekte olan ülkeler listesinin başında ticaretle imalat sanayiinin dışa açılması ile zenginleşme arasındaki bağı son derece somut olarak gören Bengaldeş, Çin, Malezya ve Vietnam gibi ülkeler var. Gelişmiş ülkeler listesinin başında ise İspanya, Almanya, Güney Kore gibi ticaret fazlası veren ülkeler var doğrusu. Bu tür ülkelerde ticaret ile zenginleşme arasındaki bağlantı daha iyi görülebiliyor. “Ticaret iyidir” diyenlerin oranı artıyor.

    Üçüncüsü, ABD ve Türkiye gibi ülkeler. Buralarda ticaretin (ihracat ve ithalatın) toplam milli gelir içindeki ağırlığı azalıyor. Aynı zamanda, cari işlemler açığı da artıyor. ABD’de ticaretin milli gelire oranı yüzde 28 civarında. Türkiye’de bu oran yüzde 59’larda. İtalya’da yüzde 57. Bunlar hep iç pazarı güçlü, iç tüketimi canlı, “ihraç edilebilir fazla yaratma kapasitesi” daha sınırlı olan ülkeler sanki.

    Buna mukabil ticaretin milli gelire oranı  Almanya’da yüzde 86, Kore’de yüzde 85, İspanya’da yüzde 65, Vietnam’da yüzde 179. Nedir? Dış dünya ile ilişkilerin sıkılaştırılması bakın bu ülke vatandaşları için daha iyidir.  Böyle bakınca, küreselleşme sürecinin yeni sahipleri neden Çin ve Almanya’dan çıkıyor daha iyi anlaşılıyor sanırım.

    Şimdi Türkiye açısından bakıldığında bu karşılaştırmalı tablodan, bu durumdan, nasıl bir vazife çıkartmak gerekiyor? Birincisi, Türkiye’nin 1980’den sonra dışa açılarak zenginleşmeye başladığını unutmamak, unutturmamak gerekiyor. Türkiye, sağa sola beton dökerek zenginleşmedi, o durum, bu son 10 yılda, biz ne yapacağımızı bilmez, rüzgarla sürüklenirken ortaya çıktı.

    Türkiye, dışa açılmaya karar verdikten sonra zenginleşti. Bunu İstanbuldakiler, Ankaradakiler ve hatta İzmirliler unutmuş olabilir ama ben size söyleyeyim: Manisalılar, Denizlililer, Bursalılar, Kayserililer, Konyalılar, Antepliler ve dahi Maraşlılar unutmuş olamazlar. Türkiye dünyanın uyumlu bir parçası oldukça zenginleşmiştir. Dışa açılarak zenginleştiğimizi en yakından hatırlayanlar Türkiye’nin ikincil şehirlerinin sakinleridir. Türkiye’nin ikincil şehirlerindeki sanayinin geleceği, dışa açılmanın durmasına değil, sürmesine bağlıdır. Merak edenler ikinci tabloya bakabilir, Anadolu’nun sanayileşmesi daha yeni başlamıştır.

    İkincisi, Türkiye’nin ikincil şehirlerinin sakinlerinin, sınır boylarında yaşayanların, aynı akıncı atalarımız gibi yeniden gözlerini sınır ötesine dikmesi gerekmektedir. Yukarıdaki rakamların gösterdiği şudur: Türkiye, çok değil, az ticaret yapmaktadır. Türkiye’nin ithalat rakamları yüksek değildir, Türkiye’nin ihracat rakamları çok düşüktür. Milli gelirin yüzde 28i civarındadır. Bizim ithalatı nasıl sınırlandırırız diye değil, ihracatı nasıl artırırız diye düşünmeye odaklanmamız gerekmektedir. Cari işlemler açığını kontrol altına almak için, dünden bugüne kalan vurgunun külliyen yanlış olduğunu bir kez daha tekrarlamak isterim doğrusu. Cari işlemler açığı ithal ikamesi ile kontrol edilmez. Edilseydi eskiden memleketin cari işlemler fazlası olurdu. Türkiye’nin cari işlemler açığı kaalu beladan beri buradadır. Hep vardır. Türkiye hep dışarıdan gelen tasarruflarla işini döndürmüştür. Makro istikrarsızlığın, ekonomideki dur/kalk sürecinin kaynağı budur.

    Üçüncüsü, Türkiye’nin kurallı maliye politikası ve bu çerçevede ortaya çıkacak olan mali disiplin ihtiyacının kaynağı artık yüksek kamu borcu değil, dışa açılma hamlesi ve istikrarlı büyüme olmak durumundadır. Milli olmanın gereği, kurallı maliye politikasıdır. Türkiye, iç talebi sınırlandırarak, ihraç edilebilir fazlayı artırmanın yolunu bulmalı ve kısa vadede kamu tasarruflarını artırarak, cari işlemler açığını kontrol etmelidir.  Türkiye Varlık Fonu’na doğrusu ya bu süreçte önemli bir rol de düşebilir. Onu da anlatırım. Ben bu kadar büyük bir iç talebin ve buna bağlı dur/kalk sürecinin, Türkiye’de inovasyona dayalı büyümenin, teknolojik sıçramanın önünü kestiğini düşünüyorum doğrusu.

    Şimdi referandum sonrası, yeni idarenin şekillenmesini bekliyoruz. Ben bütün bakanlıklardan 6 aylık programlar istenmesini ve bu programların takibi ve uyumlulaştırılması için hem iktidar partisi hem de Cumhurbaşkanlığında bir izleme, değerlendirme ve uyumlaştırma mekanizması oluşturulması fikrinin sonunu merak ediyorum doğrusu. Türkiye’nin kamu idaresinde temel problemi her zaman için kamuda bir politika koordinasyonu birimi olmamasıydı. Eğer buradan Malezya’nın PEMANDU’suna benzer bir iktisadi koordinasyon birimi çıkarsa, ekonominin kaptan problemine kalıcı ve yapısal bir çözüm getirilmiş olur diye düşünüyorum doğrusu. Görelim bakalım, ne olur?

     

    Bu köşe yazısı 29.05.2017 tarihinde Dünya Gazetesi'nde yayımlandı.

    Yazdır