TEPAV web sitesinde yer alan yazılar ve görüşler tamamen yazarlarına aittir. TEPAV'ın resmi görüşü değildir.
© TEPAV, aksi belirtilmedikçe her hakkı saklıdır.
Söğütözü Cad. No:43 TOBB-ETÜ Yerleşkesi 2. Kısım 06560 Söğütözü-Ankara
Telefon: +90 312 292 5500Fax: +90 312 292 5555
tepav@tepav.org.tr / tepav.org.trTEPAV veriye dayalı analiz yaparak politika tasarım sürecine katkı sağlayan, akademik etik ve kaliteden ödün vermeyen, kar amacı gütmeyen, partizan olmayan bir araştırma kuruluşudur.
Rakamlar şirketler kesiminde yabancı para cinsinden açık pozisyonların giderek yükseldiğini gösteriyor. Bu ne demek? Bilançosunun pasifinde yabancı para cinsinden borcu bulunanın, bilançosunun aktifinde yabancı para cinsinden varlığı olmaması demek. Bu durum şirketi kur riskine açık hale getiriyor. Merkez Bankamız her seferinde "Aman ha, döviz geliri olmayan döviz cinsinden borçlanmasın" diyor. İşte aslında bunu diyor. Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu da (BDDK) benzer uyarılarda bulunuyor. Ama sonuç değişmiyor. Şirketlerimiz yabancı para cinsinden borçlanıp, pozisyon açmaya devam ediyorlar. Peki, neden böyle oluyor? Şirketlerimiz neden ortadaki uyarılara kulak asmıyorlar? Bu işin çözümü nerededir? Gelin bir daha bakalım. Aslında şirketlerimiz uyarılara kulak asmıyor değiller. Pek güzel duyuyorlar ama maalesef yapılan uyarıları dinleyemiyorlar. Dinleyemiyorlar çünkü kendilerine rakip olan yandaki şirketin uyarıları dinleyeceğinin bir garantisi yok. Açık ki, yabancı para cinsinden borçlanmak ve de pozisyon açmak şirketlerimizi olduğundan daha kârlı gösteriyor. İstanbul Sanayi Odası (İSO) verileri bunu giderek daha açıklıkla gösteriyor. Şimdi söyler misiniz? Yandaki şirket, rakibiniz, yalnızca yabancı para cinsinden borçlanıp, pozisyon açmış olduğu için sizden daha fazla kâr elde ediyorsa, aslında yalnızca sizden daha kârlı gibi görünüyorsa, bunu şirketteki yöneticilerinize, ortaklarınıza nasıl izah edersiniz? Ne dersiniz? "Vallahi, onların kârı esasen sanaldır, biz de istesek onlar gibi kâr elde ederdik ama biz daha fazla risk almak istemediğimiz için bunu yapmadık. Zararı göze aldık" mı dersiniz? Peki, bu bir yıl, iki yıl, üç yıl, dört yıl, beş yıl hep böyle devam etse, hâlâ aynı ısrarla aynı argümanı öne sürüp, "Bekleyin canım, bir geçiş sürecinin içindeyiz" diyebilir misiniz? Siz deseniz bile sizi dinleyenler hâlâ aynı kanaatte olurlar mı? Teorik olarak olabilirler ama yabancı para cinsinden pozisyon açan daha düşük fiyat verip, piyasanızı kapmaya başladığında, artık kimseyi ikna edemezsiniz. Doğrudur, döviz kazancı olmayanın, döviz cinsinden varlığa sahip olmayanın, döviz cinsinden borçlanması, şirketler kesimini döviz kurlarının düzeyindeki oynamaya karşı giderek daha hassas hale getirmektedir. Doğrudur, yabancı para cinsinden pozisyon açmak, pozisyon açan şirketi Türk Lirası'nın (TL) hızlı değer kaybına karşı son derece hassas hale getirmektedir. Yapılan hem bireysel olarak kötüdür hem de bir bütün olarak, ekonomimiz için kötüdür. Ama gelin görün ki, TL'nin uzatmalı bir biçimde nominal olarak değerlenmeye devam ettiği bir atmosferde şirketler kesiminin olup bitene intibak etmekten başka bir çaresi yoktur. TL'nin uzatmalı değerlenme sürecinin yol açtığı rekabet gücü kayıplarını telafi edecek kolektif bir tedbir ortada görünmediği sürece şirketlerimizin kendi başlarına çözüm üretmekten başka yapacak bir şeyleri yoktur. O da budur. Ya bunu adam gibi kurala bağlarsınız ya da herkes yabancı para cinsinden borçlanıp pozisyon açar. Beğenelim, beğenmeyelim, yabancı para cinsinden borçlanıp pozisyon açmak, şirketler kesimi için, içinde bulundukları ortama uygun bir nevi bireysel intibak mekanizmasıdır. Rekabetin bir gereğidir. Norm değişmedikçe bu böyledir. Olanı böyle görmekte fayda vardır. Burada "kuru" nasihatle elde edilecek bir sonuç yoktur. Merkez Bankası ve BDDK'nın "kuru" nasihatin ötesinde, kamu tarafından, atılması gereken adımları, alınması gereken tedbirleri vurgulamaya ağırlık vermesinde fayda vardır. Gerekiyorsa normu değiştirmek, şirketlerin yabancı para borçlanmalarını yeni bir kurala bağlamak onların işi değil midir? Türkiye'de sanayinin rekabet gücünü artıracak tedbirler demeti üzerindeki çalışmaların yaklaşık iki yıllık bir gecikmeyle tartışılmaya başlanmış olması ortadaki temel problemdir. İkinci nesil reformlarla ilgili tartışmanın ancak 2007 yılında Türkiye gündeminde yer bulmaya başlamış olması esas meseledir. Konuya eğilmede, meseleyi teşhis etmede kaybedilen zaman bilançolarda risk birikimini sistematikleştirmiş ve politika yapıcıların hareket kabiliyetini sınırlandırmıştır. Gelinen noktada, TL'nin hızla değer kaybına yol açacak herhangi bir adım, şirketler kesimine, bir bütün olarak, ciddi bir darbe indirecektir. Bu herhalde vurgulanması gereken ilk noktadır. Kurda hızlı değer kaybını sağlayacak bir idari kararın alınabilmesi mümkün değildir. Zaten bu yönde bir idari kararın bildiğimiz anlamda iktisatla da bir alakası olmayacaktır. Sayın Fatih Özatay'ın Radikal'de birkaç gündür, "Şöyle güzel bir deney olarak, kitabın yazdığı dışında, öyle bazılarının söyleyip durduğu gibi, bir şey yapsanız da biz de vaveylayı seyretsek. Görsek bakalım, kim haklıymış?" dediği tam da bu noktadır ki bu da bugünün ikinci noktasıdır. Profesyonel bir iktisatçı için deney fırsatı kaçırılmamalıdır elbette. Ama kayıp ihtimali çok fazladır. Ancak Türkiye için baktığımızda yapılması gereken açıktır: 2006 yılında, yapılan siyasi ve idari hatalar nedeniyle faiz oranları fazla yükselmiştir. Türkiye, uluslararası krize, yüksek faiz oranı düzeyinde yakalanmıştır. Uluslararası kriz ortamı içeriye fon girişlerini şimdilik azaltmamıştır. Ama bu işin de sürekliliği yoktur. Fon girişleri azalsa da azalmasa da bizim için kötüdür. Bu nedenle her iki durum için de yapılması gereken açıktır. Önümüzdeki dönemde politika kredibilitesini tesis ederek, faiz oranlarını düşürecek bir yeni iktisat politikası çerçevesi oturtmadan, girdiğimiz bu cendereden çıkış şansı yoktur. Yol ortadadır: Türkiye'nin IMF destekli bir yeni ekonomik programa ihtiyacı vardır. Öyle de vardır, böyle de vardır. Ama hükümetimizin niyeti yoktur. Bu iyi değildir.
Bu yazı 02.09.2008 tarihinde Referans Gazetesi'nde yayınlanmıştır.