Arşiv

  • Mayıs 2024 (1)
  • Nisan 2024 (15)
  • Mart 2024 (19)
  • Şubat 2024 (19)
  • Ocak 2024 (18)
  • Aralık 2023 (17)
  • Kasım 2023 (14)
  • Ekim 2023 (15)
  • Eylül 2023 (12)
  • Ağustos 2023 (21)
  • Temmuz 2023 (18)
  • Haziran 2023 (13)

    Kurumlar arasında...

    Fatih Özatay, Dr.28 Mayıs 2009 - Okunma Sayısı: 993

    İki ay kadar önceydi, bir e-mail aldım. Beykoz’da bir lisenin rehber öğretmeni okula gelip ‘sinema konuşmamı’ istiyordu. ‘Gelirseniz,’ diye bitiriyordu mektubunu, ‘öss-dershane-test üçgeninden kusmak üzere olan öğrencilere iyi gelecek.’ ‘Kusmak’ fiili, özellikle de bir rehber öğretmenin ağzında bayağı iyi geldi kulağıma. Yoksa,

    1) Liseye dönüş her zaman bir kâbus olacağı için 2) Oradakilere ne söyleyeceğimi bilemediğim için 3) Olay bir milli eğitim farsı olup çıkabileceği için gitmeyi aklımdan geçirmeyebilirdim. Son anda korktum gene de, liselilerle aramdaki yılları kapatması için sinema yazarı genç bir arkadaşımdan destek aldım. Sağolsun, onu da kattım yanıma gittik.

    Beykoz sırtlarında bir ormanın sınırındaki dev bina başka bir amaçla inşa edilmiş. Sonradan bir sebeple devlet el koyunca liseye dönüştürülmüş. Az sayıda öğrencisinden midir, binanın dev boyutlarından mıdır (inanılmaz yüksek tavanlar, neredeyse gerçeküstü perspektifler vb.), rehber öğretmenin odasında birbirine bakan Patti Smith ve Jimi Hendrix posterlerini de, ikisini yandan seyreden Tarkovski - Stalker posterini de yadırgamadım. Rehber öğretmenin sinemaya ve edebiyata olan ilgisine de, çocuklara onlarla bir alan açmak istemesine de gayet uygundu. Gene dev bir toplantı salonunda geçen konuşmada, öğrenciler katıldığım herhangi bir paneldeki seyirci kadar ilgili ve hatta daha ‘samimi’ydiler. Senaryo yazmak isteyen vardı, her paneldeki gibi kendi derdini demeye çalışan vardı, soracağı soruyu bir türlü diyemeyen vardı, olaydan sıkılan dörtlü bir çetenin  yanıbaşında ceketlerinin bütün düğmelerini iliklemiş oturan çalışkanlar vardı, her zamanki gibi ‘hangi film hayatımızı değiştirebilir, ne zaman, nerde?’ endişesine kapılmış olanlar vardı.

    Beykoz’daki lisede hayatta ve okul denen sıkıcılıkta bazen, özellikle de birilerinin ön ayak olmasıyla, bir çatlak açılabileceğini gördük, öğrencilere nasıl geldi bilmem ama bana hiç fena gelmedi. Erinç Seymen’in Galerist’de açılan ‘İkna Odası’ sergisinde Foucaultesk ikna odalarından biri olarak ‘okul’u (diğerleri ‘fabrika’ ve ‘klinik’) görünce, konu tekrar, bu sefer genellikle bildiğimiz karanlığıyla canlandı zihnimde. Bir problematik olarak şiddet (yanı sıra iktidar, itaat), bir ‘problem’ olarak da Türkiye ile ilgilenen Erinç Seymen, bu sergide özellikle bu üç desen işinde birer kurumsal cehennem kurmuş. Bosch ve Piranesi de var bunlarda, Robert Crumb da. Yakından bakınca türlü güzel ayrıntılar da görülüyor. (Saatler mesela.) Erinç Seymen, değişik anlatım araçları ve malzeme de seviyor. Video işlerinde ne dediği anlaşılmayan histerik bir sesin okuduğu milliyetçi metinler işkence görüntüleri üzerine düşüyor, bir yandan da olup biten ironik bir biçimde İngilizce altyazılar aracılığıyla ‘tercüme ediliyor’.

    Ya da payetlerden oluşturulmuş duvar halısı benzeri işlerde gözetleme kameralarıyla melekler üstüste biniyor. Seymen’in bazı diğer işlerinde daha geleneksel malzemeyle konu edindiği ‘ittifak’lar da var ki (işlerden birinin adı da bu zaten) sadece eşitler arasındaki değil, itaat edenle ettiren arasındaki daha gizli ilişkilere işaret ettikleri düşünülebilir. Bunlar daha sessiz sedasız, çift anlamlı ve aslında daha şiddetle dolular; işkence aletlerini seyreden küçük bir kız, kelebeklerle polis köpeklerinin, gaz maskeleriyle çivili yapay penislerin ‘asude’ kompozisyonlarda bir araya geldiği iki desen, çok yüksek bir kaide üzerindeki Atatürk heykeline işaret edenleri gösteren bir resim... Bu çok görsel sanatçının işlerine bakarken, bir yandan kurumlar ve onların görsel ağırlığı ile ilgili olarak Beykoz’daki okulun boyutları ona ne derdi diye merak ettim, bir yandan da orada oluşturulmuş çatlak ilgisini çeker miydi diye düşündüm; Foucoult ile birlikte de Certeau.İki ay kadar önceydi, bir e-mail aldım. Beykoz'da bir lisenin rehber öğretmeni okula gelip 'sinema konuşmamı' istiyordu. 'Gelirseniz,' diye bitiriyordu mektubunu, 'öss-dershane-test üçgeninden kusmak üzere olan öğrencilere iyi gelecek.' 'Kusmak' fiili, özellikle de bir rehber öğretmenin ağzında bayağı iyi geldi kulağıma. Yoksa,


    1) Liseye dönüş her zaman bir kâbus olacağı için 2) Oradakilere ne söyleyeceğimi bilemediğim için 3) Olay bir milli eğitim farsı olup çıkabileceği için gitmeyi aklımdan geçirmeyebilirdim. Son anda korktum gene de, liselilerle aramdaki yılları kapatması için sinema yazarı genç bir arkadaşımdan destek aldım. Sağolsun, onu da kattım yanıma gittik.

    Beykoz sırtlarında bir ormanın sınırındaki dev bina başka bir amaçla inşa edilmiş. Sonradan bir sebeple devlet el koyunca liseye dönüştürülmüş. Az sayıda öğrencisinden midir, binanın dev boyutlarından mıdır (inanılmaz yüksek tavanlar, neredeyse gerçeküstü perspektifler vb.), rehber öğretmenin odasında birbirine bakan Patti Smith ve Jimi Hendrix posterlerini de, ikisini yandan seyreden Tarkovski - Stalker posterini de yadırgamadım. Rehber öğretmenin sinemaya ve edebiyata olan ilgisine de, çocuklara onlarla bir alan açmak istemesine de gayet uygundu. Gene dev bir toplantı salonunda geçen konuşmada, öğrenciler katıldığım herhangi bir paneldeki seyirci kadar ilgili ve hatta daha 'samimi'ydiler. Senaryo yazmak isteyen vardı, her paneldeki
    gibi kendi derdini demeye çalışan vardı, soracağı soruyu bir türlü diyemeyen vardı, olaydan sıkılan dörtlü bir çetenin  yanıbaşında ceketlerinin bütün düğmelerini iliklemiş oturan çalışkanlar vardı, her zamanki gibi 'hangi film hayatımızı değiştirebilir, ne zaman, nerde?' endişesine kapılmış olanlar vardı.

    Beykoz'daki lisede hayatta ve okul denen sıkıcılıkta bazen, özellikle de birilerinin ön ayak olmasıyla, bir çatlak açılabileceğini gördük, öğrencilere nasıl geldi bilmem ama bana hiç fena gelmedi. Erinç Seymen'in Galerist'de açılan 'İkna Odası' sergisinde Foucaultesk ikna odalarından biri olarak 'okul'u (diğerleri 'fabrika' ve 'klinik') görünce, konu tekrar, bu sefer genellikle bildiğimiz karanlığıyla canlandı zihnimde. Bir problematik olarak şiddet (yanı sıra iktidar, itaat), bir 'problem' olarak da Türkiye ile ilgilenen Erinç Seymen, bu sergide özellikle bu üç desen işinde birer kurumsal cehennem kurmuş. Bosch ve Piranesi de var bunlarda, Robert Crumb da. Yakından bakınca türlü güzel ayrıntılar da görülüyor. (Saatler mesela.) Erinç Seymen, değişik anlatım araçları ve malzeme de seviyor. Video işlerinde ne dediği anlaşılmayan histerik bir sesin okuduğu milliyetçi metinler işkence görüntüleri üzerine düşüyor, bir yandan da olup biten ironik bir biçimde İngilizce altyazılar aracılığıyla 'tercüme ediliyor'.
    Ya da payetlerden oluşturulmuş duvar halısı benzeri işlerde gözetleme kameralarıyla melekler üstüste biniyor.

    Seymen'in bazı diğer işlerinde daha geleneksel malzemeyle konu edindiği 'ittifak'lar da var ki (işlerden birinin adı da bu zaten) sadece eşitler arasındaki değil, itaat edenle ettiren arasındaki daha gizli ilişkilere işaret ettikleri düşünülebilir. Bunlar daha sessiz sedasız, çift anlamlı ve aslında daha şiddetle dolular; işkence aletlerini seyreden küçük bir kız, kelebeklerle polis köpeklerinin, gaz maskeleriyle çivili yapay penislerin 'asude' kompozisyonlarda bir araya geldiği iki desen, çok yüksek bir kaide üzerindeki Atatürk heykeline işaret edenleri gösteren bir resim... Bu çok görsel sanatçının işlerine bakarken, bir yandan kurumlar ve onların görsel ağırlığı ile ilgili olarak Beykoz'daki okulun boyutları ona ne derdi diye merak ettim, bir yandan da orada oluşturulmuş çatlak ilgisini çeker miydi diye düşündüm; Foucoult ile birlikte de Certeau.

    Bu yazı 28.05.2009 tarihinde Radikal Gazetesi'nde yayınlanmıştır.

    Etiketler:
    Yazdır