Arşiv

  • Nisan 2024 (6)
  • Mart 2024 (19)
  • Şubat 2024 (19)
  • Ocak 2024 (18)
  • Aralık 2023 (17)
  • Kasım 2023 (14)
  • Ekim 2023 (15)
  • Eylül 2023 (12)
  • Ağustos 2023 (21)
  • Temmuz 2023 (18)
  • Haziran 2023 (13)
  • Mayıs 2023 (9)

    Krediden, kaçan trene...

    Fatih Özatay, Dr.04 Haziran 2007 - Okunma Sayısı: 1128

     

    ayıs 2001'de uygulamaya konulan Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı'nın temel amaçlarından birisi bankacılık sektörünü güçlendirmek ve reel sektöre yeniden kredi verebilir hale getirmekti. Bu amacın yerine gelmesinin ön koşullarından birisi de kamu borcunun giderek azalmasıydı. Böylelikle, Hazine'nin ihraç ettiği tahvillerin bankalar açısından önemi zamanla düşecek, tüketicilere ve şirketlere açılan kredilerin banka bilançolarındaki ağırlığı ise artacaktı.

    Aradan altı yıl geçti. Mali kesimdeki gelişmelerin bu amaca uygun bir şekilde oluştuğu belirtilebilir. Gerçekten de bu süre zarfında kamu borcunun reel değerinde önemli bir düşüş gerçekleşti. 2001 sonunda kamu borcunun milli gelire oranı yüzde 106 düzeyindeydi, 2006 sonunda bu oran yüzde 60.7 oldu.

    Buna paralel olarak, bankalar topladıkları mevduatın giderek daha fazla miktarını krediye dönüştürdüler. 2002 sonuna gelindiğinde kredi/mevduat oranı yüzde 43 iken, şimdi bu oran yüzde 73 dolayında. Bu gelişmenin bir yansıması da tüketici kredilerinde gözlendi. Özel tüketim harcamalarının tüketici kredileri ile finanse edilen kısmında önemli bir artış gerçekleşti. 2003 sonunda bireysel kredilerin özel tüketim harcamalarına oranı sadece yüzde 5.6 düzeyindeydi. 2006 sonuna gelindiğinde bu oran yüzde 19.2'ye yükseldi.

    Kredilerdeki bu artışa karşın, bankaların kredi riskinde 2002'den bu yana azalma gözlendi. Merkez Bankası'nın geride bıraktığımız hafta yayımladığı Finansal İstikrar Raporu'na göre, tahsili gecikmiş banka alacaklarının toplam kredi miktarına oranı 8 puanlık bir düşüşle 2006 sonunda yüzde 4 oldu.

    Kısacası, uygulanan program sonucunda bankalar temel işlevlerine doğru yöneldiler ve tekrar kredi açan kurumlar haline geldiler. 2002'den bu yana ulaştığımız yüksek büyüme hızının arkasında şüphesiz bu olgunun önemli bir rolü var. Ama şu da bir gerçek: Toplam banka kredilerinin milli gelire oranı 2006 sonunda yüzde 38'e kadar yükseldi. Oysa bu oran AB üyesi 25 ülkede yüzde 126 düzeyinde. Kısacası daha gidecek çok yolumuz var.

    Aynı durum, kriz sonrası uygulanmaya başlanan programın başarılı olduğu alanların çoğu için geçerli: "Geçmişle kıyaslandığında çok daha iyi durumdayız, ancak eğilimi (trendi) bir tarafa bırakıp yalnızca bugüne odaklanırsak hâlâ önemli sorunlar olduğunu görürüz." Meselâ enflasyon ve kamu borcu için rahatlıkla belirtebiliriz bunu. Kriz sonrası ile kıyaslanmayacak kadar iyi bir durumdayız, ama hâlâ her ikisi de yüksek düzeylerde.

    Bu temel saptama önümüzdeki dönemde de makroekonomik disiplinin olmazsa olmaz koşul olduğunu bir kez daha gösteriyor bize. 'Daha işlem tamamlanmadı', yola devam etmeliyiz. Öte yandan, yolda kullandığımız aracı değiştirerek eskisi gibi sağlam ama aksesuvarları daha zengin bir arabaya geçebiliriz. Buna bir engel yok.

    Daha açıkça: "Makro disiplini sürdür, ama sürdürülebilir büyüme hızını artırmak için makro disiplinin gerekli olduğunu, buna karşın yeterli olmayabileceğini unutma. Son elli yılda AB'ye ya da ABD'ye kıyasla neden biz yerimizde sayıyorken, vaktiyle bizle aynı durumdaki ülkelerin ileriye doğru atıldıklarını unutma. Mikro düzeydeki engelleri kaldırmadan arzuladığımız yere gelemeyeceğimizi anla."

    Son zamanlarda olan bitene bakınca, 'Yine treni kaçırıyoruz' duygusu uyanıyor oysa. Trenin kaçmaması için elimizden geleni yapmalıyız.

     

    Bu köşe yazısı 04.06.2007 tarihinde Radikal Gazetesi'nde yayınlanmıştır.

    Etiketler:
    Yazdır