Arşiv

  • Nisan 2024 (6)
  • Mart 2024 (19)
  • Şubat 2024 (19)
  • Ocak 2024 (18)
  • Aralık 2023 (17)
  • Kasım 2023 (14)
  • Ekim 2023 (15)
  • Eylül 2023 (12)
  • Ağustos 2023 (21)
  • Temmuz 2023 (18)
  • Haziran 2023 (13)
  • Mayıs 2023 (9)

    Gün uzar, yüzyıl olur

    Güven Sak, Dr.21 Temmuz 2007 - Okunma Sayısı: 1749

     

    Bir gün yüz yıldan uzundur. Ve, bugün öyle bir gün.Cengiz Aytmatov olsaydı şöyle söylerdi: "Gün Olur Asra Bedel."

    Seçimlerde şu ya da bu parti kazanacak, şu ya da bu bağımsız aday; ama önemli olan şu: Halk kazanacak mı? Kürsüden konuşur gibi söyler isek eğer, Türkiye kazanacak mı? Topraklar kazanacak mı, ırmaklar, bozkırlar, kuşlar, sırtlanlar? Türkler kazanacak mı, Kürtler, Yörükler, Ermeniler?

    Bugün, yüzyıla bedel olabilir. Bir yüzyıllık hatta daha uzun bir geçmişe sahip yarılmalar, seçimlerden sonra, yeni bir yüzyıla daha uzayabilir.

    Bir ortalama yaparak konuşuyorum, Türk aydınının henüz yanıtlamadığı kimi sorular vardır. Yanıtlaması belki zordur ama kendisine sormaya bile cesaret edemediği sorulardır bunlar.

    Bir tanesi şudur:

    Kuzey Irak'ta askerlerimizin başına Amerikalı askerler tarafından çuval geçirilmesi olayında ne hissettim?

    Hayır, ne hissetmeliyim değil, ne hissettim?

    Bir soru daha var: Cumhuriyeti koruma arzusuyla meydanlarda toplanan milyonlar için ne hissettim?

    Aslında, bu seçim gününde, sandığa bir mankurt olarak oy atıyor olabiliriz. Veyahut da bir mankurt olarak sandıktan kaçıyor olabiliriz.

    Amerikan askerlerinin kullandığı çuvallar, Guantanamo ya da Ebu Garip'te kullandığı kara çuvallar, düşmanı mankurt yapma eylemidir. Başımızda çuval yok, ama biz de bir mankurt olabiliriz, kısmen ya da tamamen bir mankurt.

    Silinmiş hafızalar

    Cengiz Aymatov'un Gün Olur Asra Bedel romanında, geleneklerini korumaya çalışan insanlar, onların kutsal saydığı şeylerin yok olması anlatılır, bize çok uzak olmayan insanların dünyasında geçer. Bu arada eski bir Türk efsanesi de anımsanır. (Kimi mankurtlar "Eski Türk" sözünden hoşlanmaz.) Bu efsane, gerçek gibi duran bir efsanedir. Juan-Juan'lar, düşmanları Nayman esirlerin kafasına taze kesilmiş deve derisi geçirirler. Ama esirlerin kafalarını tıraş edip öyle geçirirler, sonra da çöl arazisinde günlerce tutarlar. Deri kurudukça esirin kafasına iyice nüfuz eder. Bu süre içinde esir, kim olduğunu, geçmişini, anasını, babasını, tüm ruhsal bağlarını unutur, bir hiç olur. Deve derisi, esirin saçlarının çıkmasını da engeller. Ne var, saçlar kafasından içeri doğru döner. Bu yüzden esir korkunç fiziksel acılar çeker. Tam bir mankurt olduğunda başından deve derisi çıkarılır.

    Kırgız yazar, gelenekleri, geçmiş kültürleri hiçe sayan Sovyet rejimini betimlemek niyetiyle böyle bir efsaneyi romanına koymuştur. Roman bir günü anlatır, ama bir yüzyılda olup bitenlere ait bir gündür bu. Hatta binlerce yıla ait bir gün. Issık Gölü'nün kıyısında bir tren istasyonunda geçen bir gün. Romanda bir anne, mankurt oğlunun okuyla can verir.

    Hırant Dink'in cenazesinde "Hepimiz Ermeniyiz" diye yürüyenlere, toplumun mankurt bir kesimi tepki gösterdi.

    Acı çeken ve ezilen kitleler, duygudaşlıklarını yitirdikçe, başka bir halkı, daha zayıf ve azınlıkta olan bir grubu aşağılayarak, sindirerek, kendilerini daha iyi hissetmeye çalışır. Yok ederek, öldürerek, yaşayacağını düşünür.

    Oysa ezileni, azınlıkta olanı korumak, siyasi değil insani bir davranıştır. Böyle yaparak yalnızca onları değil kendimizi de koruruz. Toplum, acıyı paylaşarak var olur.

    Fakat ülkemizde yalnızca azınlıkta olanın değil çoğunlukta olanın da empatiye, duygudaşlığa ihtiyacı vardır. Örneğin Türk aydını, bu ülkeyi korumak için askere giden yirmi yaşındaki gence de duygudaşlık göstermelidir.

    İçimizdeki mankurtlar

    Ermeni varlığını, Kürt varlığını korumalıyız, onları mankurtlaştırmamalıyız. Ama Türklerin de mankurtlaştırılmaya çalışıldığını görmemiz gerekiyor. Türk bayrağı, Türk sözcüğü, Türkçe, geçmiş, ata, dede, vatan, Dede Korkut, gelenek, Kurtuluş Savaşı, Oğuz, bütün bunlar ve diğerleri varoluşumuzun parçalarıdır, ama böyle görmek istemeyen, kendi varlığını yok sayan bir çaba da vardır. Toplumsal belleğimizi koruma çabası içinde Türk aydınının emeği bu kadar mı olmalıdır?

    Aynı şekilde, başörtüsü konusu da pek kolay bir mankurt yaratma eylemi haline getirilebilir. Zaten öyle de olmaktadır. Başörtü takana duygudaşlık göstermediğimizde kendi başımıza bir deve derisi geçirmiş oluruz. Hatta o başörtüsü de, siyasi İslam'ın mankurt derisi haline dönüşebilir. İktidarı topyekûn ele geçirmek isteyen siyasi İslamla mücadeleyi, geleneklerle mücadele biçimine soktuğumuzda, yaptığımız yalnızca budur.

    Nazi soykırımını yaşamış ruh bilimci Arno Gruen, Körfez Savaşı'na da tanıklık etti ve son kitabında şunları yazdı:

    "Tarih, kendi varlıklarını koruyabilmek için ülkeleri, doğayı ve diğer insanları ele geçirmek zorunda hissedenler ile dirençlerini güvenceye almak için sahte tanrılara bağlananlar arasındaki etkileşimle oluşur."

    Halktan kopukluk

    Gruen, çağımızın en büyük sorununu fark etmiş ve bize göstermiştir: Empati yoksunluğu. Acıları paylaşmayan bir toplum yarattı uygarlığımız. İnsanlar, kendi acılarını yaşayamadıklarında bu acıyı başkalarında yaşama ihtiyacı duyarlar. Bunun için de başkalarını aşağılarlar, onlara şiddet uygularlar.

    Halkından kopukluk da bir empati yoksunluğu yaratır. Aydınlarımız halktan kopuk mudur, bu konuda inandırıcı kanıtlar bulmak gerekir. Ama bir grup aydın, cumhuriyet tarihinin en önemli demokrasi hadisesine uzak durunca, hatta içlerinden kimileri, bu kalabalıkları "faşistlik"le suçlayınca, halktan kopukluk acı bir şekilde tescillenmiş olmadı mı?

    Yalnızca halktan mı kopuk, düşünen insanımız?

    Şu seçim kampanyaları sırasında, Türkiye'nin doğasının korunmasıyla ilgili bir cümle işitildi mi? Bağımlı ya da bağımsız bir aday, Orta Anadolu göllerinin kuruma nedeninden söz etti mi? Eğridir'in, Akşehir'in, Beyşehir'in ve diğer göllerin kısmen ya da tamamen kurutulduğundan haberdarlar mı?

    Toprağından ve suyundan kopuk olmak, uzak olmak, halktan uzak olmanın da bir nedeni değil midir?

     

    Bu köşe yazısı 21.07.2007 tarihinde Referans Gazetesi'nde yayınlanmıştır.

    Etiketler:
    Yazdır