Arşiv

  • Nisan 2024 (7)
  • Mart 2024 (19)
  • Şubat 2024 (19)
  • Ocak 2024 (18)
  • Aralık 2023 (17)
  • Kasım 2023 (14)
  • Ekim 2023 (15)
  • Eylül 2023 (12)
  • Ağustos 2023 (21)
  • Temmuz 2023 (18)
  • Haziran 2023 (13)
  • Mayıs 2023 (9)

    Tevhidin siyasallaşması neye mal oldu?

    Hilmi Demir, Dr.21 Nisan 2019 - Okunma Sayısı: 1894

    Tevhid kelimesi birlemek demektir. Dinî literatürde ise Allah’ın tekliği, birliği ve ona hiçbir şeyi ortak koşmamayı ifade eder. İslam’ın en önemli ilkelerinden biridir, zira tevhid olmadan din de iman da olmaz...

    Son yirmi yılda Türkiye’de “Tevhid” başlığı altında yüzlerce eser basılmaya başlandı. Bu eserlerin içeriği ise maalesef klasik düşünceden oldukça farklı. Klasik derken, İslam inancını oluşturan temel eserlerin çizgisini kastediyorum. Diğer bir ifadeyle Ehl-i Sünnet olarak kabul edilen Müslümanların büyük çoğunluğunun izlediği temel inançları ifade eden âlimlerin yazdığı eserlerin çizgisi dışında yeni bir üslup benimsenmiş. Bu eserlerin genelinde Selefîliğin ve siyasallaşmanın izlerini görmek mümkün.

    Örneğin Ehl-i Sünnetin büyük âlimlerinden İmam Bâkıllânî’nin “el-İnsaf” adlı akaid eserine bakalım, iman ve tevhid şöyle açıklanır: “İman, Allah Subhanehu’nun Tevhidi’ni, Onun sıfatları ile tanımayı ve O’nun için caiz olmayan niteliklerin ona ait olmadığını bilmeyi de içerir. Tevhid ise, Allah’ın varlığını, birliğini ve onun hiçbir benzerinin olmadığını onaylamaktır.”

    Yine Ehl-i Sünnetin temel metinlerinden biri olan Tahavi Akidesi'nde de Tevhid, Allah’ın birliğini ve O’nun ortağı olmadığına inanmak olarak tanımlanır. Ehl-i Sünnetin akaid kitaplarında ister Eş’ari ister Hanefi-Matüridi olsun Tevhid Allah’ın varlığını, birliğini tasdik etmek ve Allah’ın isim ve sıfatlarını bilmek olarak kabul edilmiştir. Çünkü Allah Muhammed Suresi 19. âyetinde “Bil ki; Allah’tan başka hiçbir ilah yoktur” buyurmaktadır. Bu nedenle de İslam alimleri “tevhid"i bilmenin tüm Müslümanlara farz olduğunu söylemiştir...

    Peki kişi neyi bilmelidir? Allah’ın ilah olduğunu bilmelidir. İlah kelimesinin anlamının tüm varlığın Yaratıcısı olduğu, hiçbir biçimde ve şekilde yaratılmışlara benzememesi gerektiği ise herkes tarafından bilinen bir gerçektir. Bu yüzden klasik kelam ilmi (İslam ilahiyat disiplini) âlemin, varlığın yaratılmış olduğu ve Allah’ın neden yaratılmışlara benzemediğinin ispatına odaklanmıştır.

    Buna karşılık modern dönemde Selefîlik ve siyasal akımlarla birlikte Tevhid meselesi bu bağlamdan koparılarak Allah’ın hüküm koyuculuğu, tağut ve şirk meselelerine hasredilmiştir. Bunu yapmak için de gelenekte olmayan biçimde önce üçlü tevhid tasnifi sürüme sokulmuştur. Bu taksimin yaygınlık kazanmasında ise Vehhabiliğin etkisi göz ardı edilemez. Vehhabiliğin imamı Muhammed bin Abdulvehhab’ın “Kitabu’t-Tevhid” adlı eserinin ve yorumlarının yayılması bu tasnifin meşhur olmasında çok etkili olmuştur.

    Bu üçlü taksime göre tevhid; Allahü teâlâyı rububiyetinde, ulûhiyetinde, isim, sıfat ve fiillerinde tek kabul ederek birlemeyi ifade eder. Rububiyyet, Rab kelimesinden türetilmiştir. Anlamı ise Allah’ın her şeyin yaratıcısı, hâkimi olduğu ve her şeyin ona muhtaç olduğudur. Uluhiyyet ise kulun Yaratıcıyı her davranışında birlemesi, tüm ibadetlerini ona tahsis etmesi anlamına gelir. Yine Ehl-i Sünnet âlimlerine göre Tevhid, Allah’ın birliğini kabul edip onun yaratılmışlara benzer tüm vasıflardan nefyetmek iken, Selefîliğe göre nefiy uluhiyyetin nebilere, salih kişilere ve diğerlerine ait olmamasını da içerir. Yani bir kimse kabirleri, türbeleri ziyaret etmekle ya da tasavvufa inanmakla uluhiyyet tevhidini inkâr etmiş olur! Bu yüzden kabirlere ve türbelere önem veren, onları ziyaret eden Osmanlı kabirlere tapmakla suçlanmış, müşrik kabul edilmiş ve Osmanlı ile savaşmak caiz görülmüştür!

    Dolayısıyla bir kimse Allah’ın Rububiyyetini kabul etse ama Uluhiyet tevhidini ihmal etse dahi mümin olmaz. Uluhiyyet tevhidi kişinin Allah’a ibadet etmesinde ve onun hüküm koyucu olmasında mutlak otorite tanınmasıdır. Peki zaten Müslüman, Allah’a ibadet edip onu otorite olarak tanımaz mı? Selefî-Vehhabilere göre demokrasi, yasama, meclis gibi uygulamalar uluhiyyet tevhidine aykırıdır. Bu yüzden bir kimsenin meclisi tanıması, demokrasiyi savunması küfür olarak kabul edilir.

    Buna göre Nakşî Şeyhi Konyalı Mehmet Zeynelabidin Efendi gibi Osmanlıda Meclis-i mebusan'ı meşru gören birçok Osmanlı âlimi -hâşâ- küfre girmiştir! Görüldüğü gibi Selefîlik geleneksel İslam âlimlerinin varlık meselesi olarak ele aldığı Tevhidi, siyasal bir mesele hâline getirmiştir. Kuşkusuz bu mesele üzerinde de durmak oldukça önemlidir. Ama şimdilik bu yazıda Selefiliğin tevhid meselesini varlık meselesinden siyaset meselesine çekmekle aslında neleri kaybettiğimiz üzerinde durmaya çalışacağım. Tevhidin siyasallaşması ile birlikte Tevhid, Allah’ın varlığa bakan yönünü değil siyasal eyleme dönük iradesini tartışan bir konu olmuştur. Peki bununla ne kaybettik ne kazandık?

    Varoluş Gizemi

    İnsanlığın karşı karşıya kaldığı gizemlerin en derini varoluş gizemidir. Kâinat neden var? Neden insan var? Kâinatı açıklarken Yaratıcıyı yok saysanız da, sorularınız son bulmuyor. Bu sefer de ister istemez durup dururken, “Kâinat neden var olma derdine girmişti ki!”, diye sormak zorunda kalıyorsunuz. Bilimsel bir açıklamayla başlasanız bile küçük bir şeyle başlamak zorunda kalıyorsunuz; kozmik bir yumurta, minicik bir kuantum boşluğu, bir patlama ya da bir şey işte.

    Bu nedenle şu anda varoluşun nasıl başladığı konusundaki elle tutulabilir en geçerli kurmalardan birisi olan "Big Bang" yani "Büyük Patlama" kuramı kâinata bir başlangıç çiziyor. Diğer bir deyişle kâinat yokken var oldu. Dinlerin geneli açısından da dile getirilen bu iddia Big Bang kuramı ile ete kemiğe büründü. Ama sorular bitmiyor sonra bir başka soru geliyor aklımıza: Kâinatın bir başlangıcı varsa ondan önce ne vardı?..

    Mekânın zamanın ve maddenin olmadığı bir hâl yani yokluk. O yüzden kâinat yoktan var oldu. Big Bang de bunu söylüyor. Ama neden olduğunu bize söylemiyor. Bunu bilim değil daha çok felsefe ve dinler açıklıyor. Dinler, varlığa varoluşun yanında bir de anlam yüklüyorlar. Bu anlam kâinatı hiçlikten kurtarıyor. Çünkü kâinat her ne kadar yok iken var olduysa da, varoluş tamamen hiçliği içermiyor. Çünkü nihayetinde hiçlik ile değil bir şeyle başlıyor. Varlığa hiçlik çok ağır geliyor!

    Hiçbir neden olmaksızın var olan bir dünya gerçekten insanın sinirlerini bozuyor. Tasavvufta "hiçlik" mutlak varlıkta yok olmayı, tüm geçici sıfatlardan sıyrılmayı temsil ettiğinden, bir anlamı olabilir kuşkusuz. Ama varlığa geliş ve yok oluşta hiçlik duygusu insan için oldukça zordur. Bu yüzden Sokrates için ölüm hiçlik ya da yokluk değildir, aksine ölüm yaşamın kendisidir ve “bir değişmedir, bulunduğumuz yerden canın, tenin bir başka yere geçmesidir. Nereden geldin, hiçlikten; nereye gideceksin hiçliğe… ne kadar ağır bir yük. Hayatı anlamsız kılan, insanı buhrana sürükleyen ve hayata tutunmak için insana hiçbir amaç vermeyen derin bir karanlık! Bu türden bir hiçlik duygusu hayatı aslında yaşamaya değmeyecek kadar saçma ve anlamsız kılar. Sonu çoğunlukla intiharla son bulur...

    Sonra bir başka soru daha gelir aklımıza iyi ama neden ben, yani insan yaratıldı? Çünkü sen olmasaydın varlığın anlamı da olmayacaktı. Etrafına baksana, senden başka bu soruları soracak ve hayatın anlamını arayacak bir başka canlı var mı? Evet, bir tek insan bilinçli, irade eden bir varlık olarak yaratıldı ve her şey aslında insan için var edildi? Akıl eden ve eyleminde tercihte bulunan sensin. İmam Matüridi hazretlerinin dediği gibi: Kendini bilirsen Rabbini de bilirsin! Bu yüzden yaratılış serüveninin gizemi aslında insanın kendini tanımasında saklıdır. Dünyanın telaşı arasında ne kadar da çok unuttuk kendimizi dinlemeyi…

    Varoluş gizeminin cevabının Yaratıcı ile başlaması insanın dünyaya karşı aldığı tavrı hiçlikten bir anlam arayışına doğru çevirir. Dünyanın tümüyle iyi ve güçlü bir Yaratıcı tarafından yaratıldığı fikri dünyaya karşı iyimserliği de beraberinde getirecektir. Ne yani, dünyada hiç mi kötü bir şey yok, hayat bu kadar kolay mı? Elbette değil, hatta bazıları için hayat gerçekten çok daha zor. Ama en azından hayata başlamak için ve devam etmek için sebeplerimiz var.

    İnsan için varlığı düşünmek, kendini tanımaya çalışmak âyetlerin en büyüğüdür. Rabbimizin kevnî âyetleridir insan ve varlık. Modern insan artık o kadar hızlı ve aceleci ki ne etrafını düşünmeye ne de kendini tanımaya fırsat bulamıyor. Aslında dünyevileşme dediğimiz şey de insanın değer ve anlam yüklü tevhid gözlüğünü çıkarıp, varlığı, insanı ve toplumu metalaştırması demektir. Müslüman zihin dünyasında varlık meselesinin yerini siyasetin alması, bizi anlam arayışından uzaklaştırmış ve maddi olana karşı baştan çıkarılmış bir fetişizmle duyulan arzuya boyun eğdirmiştir.

    Böylece ağaca "bundan kaç metreküp kereste çıkar", tabiata "buraya kaç kat rezidans dikilir", insana "bundan nasıl istifade edilir" diye bakan birine dönüştük!.. Varlığa hakikatin ve Yaratıcının bildirdiği gibi bakmayı unuttuk. Allah adına insanları sözde kâfir, müşrik ilan etmekten insanı ve varlığı yaşatan, yücelten, güzelleştiren devletler ve şehirler inşa edemedik.

    Ne dersiniz, siz bu şehirlerde Yaratıcının izini görebiliyor musunuz?..

     

    Bu köşe yazısı 20.04.2019 tarihinde Türkiye Gazetesi'nde yayımlandı.

    Etiketler:
    Yazdır