Arşiv

  • Nisan 2024 (11)
  • Mart 2024 (19)
  • Şubat 2024 (19)
  • Ocak 2024 (18)
  • Aralık 2023 (17)
  • Kasım 2023 (14)
  • Ekim 2023 (15)
  • Eylül 2023 (12)
  • Ağustos 2023 (21)
  • Temmuz 2023 (18)
  • Haziran 2023 (13)
  • Mayıs 2023 (9)

    Baskıcı kaynana tribi ve siyasette normalleşme

    Güven Sak, Dr.31 Ağustos 2007 - Okunma Sayısı: 1706

     

    Türkiye yeni bir dönemde. Bir aşamadan bir başka aşamaya geçti. Şimdi zaman, atılan her adımın hayırlı sonuçlara vesile olması için azami dikkat gösterme zamanı. Şimdi ortadaki durumdan, hayırlı vazifeler üretme zamanı. Tartışma zamanı artık bitti. Memleketin adım atılmasını bekleyen bir sürü meselesi ve hızlı çözümler üretmek için hiçbir özrü kalmamış olan bir yönetim kadrosu var. Artık dönüşüm sürecinin dizginlerini yakalayıp, yalpalamayı engelleme zamanı. Keşke tedirginlik katsayısı daha düşük bir ortam yaratabilseydik ama elimizdeki kadroların türetebildiği budur. Şimdi bu malzemeden çözüm üretmek hepimizin ortak görevidir. Şimdi zaman siyaseti normalleştirme zamanıdır. Ekonominin normalleşmeye devam etmesi için bu önkoşuldur. Bunun için ilk çözülmesi gereken mesele kimsenin "baskıcı kaynana tribi"ne girmemesidir. Baskıcı kaynana tribi, bir nevi "Bana 'Seni seviyorum' de" biçiminde ifade edilebilecek, emir kipinde, bir Kadir İnanır repliği ile özetlenebilir. Müsaadenizle şu ortadaki "Ne dedi? Ne dedi?" havasında, derdimizi bir izah edelim.

    Peki ama siyaseti normalleştirmeak için ne yapmalı? Nereden başlamalı? İleriye doğru bakarken içinden geçmekte olduğumuz sürecin pozitif sonuçlarını öncelikle kafamıza nakşetmekte fayda bulunuyor. Gelin kısaca bir alt alta yazalım bugünün kazanımlarını. Birincisi, Türkiye'nin Avrupa Birliği içinde dönüşümü konusunda bir referandum olarak yorumlanabilecek bir seçimden çıktık. Sonuç hiç de kötü değil. Türkiye'nin zenginler kulübüne üye olmasını, her şeye rağmen, destekleyen bir çoğunluk olduğunu gördük.

    İkincisi, hem kazanan hem de kaybedenler yaratan bir iktisadi dönüşüm sürecinin devamı yolunda güçlü bir iradenin var olduğunu gördük. Bunun aralıksız devam eden pozitif büyüme sürecinin bir sonucu olduğunu hiç unutmamakta fayda var. Ekonomi, pozitif oranlarla ve tempolu bir biçimde büyüyorsa, etrafta kaybedenler bile olsa, ortada bir umut oluyor. Çoğumuz mutlu olmayabiliriz ama bu seçimler gösterdi ki, umutluyuz. Bu da iyidir.

    Üçüncüsü, büyüme sürecinin temel itici gücü niteliğinde olan, Avrupa Birliği sürecini sekteye uğratabilecek, "elektronik muhtıra"nın alnımıza çaldığı kara, seçimler ve sonrası süreçte, tamamen temizlendi. Yarın Avrupa Komisyonu, parlamentosu ve diğer bilumum zeminde göğsümüzü gere gere dolaşıp, "Biz Avrupa Birliği ufkunu milletçe ne kadar açık tuttuğumuzu ve bu demokratik dönüşüm sürecine ne kadar istekli olduğumuzu gösterdik, şimdi sıra sizde" diyebiliriz. Demezsek ayıp olur zaten. Bu da aslında fevkalade iyi.

    Görüldüğü gibi, bir bakışta, alt alta sıralayabileceğimiz bir dizi kazanımın sahibiyiz bugün. Ama galiba en önemlisi ekonomimizi normalleştirdik. Türkiye ekonomisinin bugünkü problemleri ile Fransız ekonomisinin bugünkü problemleri aynı çağa ait problemler. Problemlerin düzeyi farklı olabilir ama çağdaş oldukları tartışmasız. Halbuki biz 2001 öncesinde bir önceki çağın problemleri ile boğuşuyorduk. Bugün işler öyle değil. Yeni çağın problemleri ile baş edebilmek için bundan böyle atmamız gereken adımlar, çözmemiz gereken sorunlar toplumsal mutabakat olmadan yapılacak işler değil. Bu nedenle siyasetin normalleşmesi artık Türkiye'nin ekonomi gündeminin temel meseledir. Ve de acildir. Nedenini merak edenler TEPAV'ın "22 Temmuz 2007 Seçimlerinin Ardından İkinci Nesil Reform Sürecinin Öncelikleri" raporunda sayılan işlerin mutabakatsız nasıl halledilebileceğini hayal etmeye şimdiden başlayabilirler.

    Dönelim soruya: Siyaset nasıl normalleşir? Siyaset, siyaseti âleme nizam verme misyonundan soyundurup, günlük işlerin idaresine çevirdiğimizde normalleşir. Önce siyasetçinin kendini böyle hissetmesi gerekir. "Biz hizmet için varız"ın içe sinmesidir bahis konusu olan. Siyasetin elbette hedefleri olur. Ama ana hedef, Sayın Başbakan'ın da ifade ettiği gibi, refah artışıdır. Bu amaçla öncelikle korunması gereken kesimler, öncelik verilecekler olabilir. Ama refah artışının gündelik yaşama nasıl yansıyacağı, bir teknik hesap işidir. Her durumda, ihtiyaçların doğru tespiti ve idarenin etkinliği ile alakalıdır. Tekniktir. Misyoner ve de ideolojik siyasetle de alakası yoktur.

    Peki, siyaset bu "sayın cumhurbaşkanı" ile "sayın cumhurbaşkanım" tartışması arasına sıkıştığında normalleşir mi? Normalleşir. Kimse kimseyi sevmek zorunda değildir. Ama sevse de sevmese de birlikte yaşamayı öğrenmek zorundadır.

    Sondaki o iyelik eki ile ilgili tartışma aslında son derece faydalıdır. Siyaseti normalleşen bir ülkede kimse kimseye "sayın cumhurbaşkanım" demek zorunda olmamalıdır. Aynı biçimde, "sayın başbakanım" da demek zorunda olmamalıdır. Öyle değil de böyle demenin ilettiği bir mesaj da olmamalıdır. Türkiye'nin bu "baskıcı kaynana tribi"nden kurtulması için bu bir fırsat olarak görülmelidir. Hani baskıcı kaynana öyle ister ya? Hem gelinine yapmadığını bırakmaz, kontrolü elinde tuttuğunu göstermek için, ara ara,  bilerek ve isteyerek, ona hayatı zehir eder hem de kendisine "sevgili anneciğim" diye, olabildiğince yapay bir biçimde, hitap edilmediği için bozulur. Ortadaki durum aynen böyledir. Zaman bir tabuyu daha yıkmanın tam zamanıdır. Kimse kimse ile konuşurken kendisini "sayın başbakanım, başımın tacı" demek zorunda hissetmemelidir.  Hissediyorlarsa ortada "günlük işlerin idaresi" ile ilgili bir sorun var demektir. Ülke siyaseti normalleşmiş sayılmaz.

    Ne yapsak, nereden başlasak diye dertlenenler hemen "baskıcı kaynana tribi"nden işe başlayabilirler. Fırsat fırsattır.

    "Bak bak, bana, 'sayın bakanım' demeyip, 'sayın bakan' dedi" diye kafasına takanlar en sonunda "Ya sev ya terk et" derler. Baskıcı kaynana tribi işte böyle bir şeydir. Baskıcı kaynana tribinin kaynağı âleme nizam verme misyonculuğudur. Düne aittir. Normalleşen siyasetimizde zaten yeri yoktur. O nedenle kafaya takılmamalıdır.

     

    Bu köşe yazısı 31.08.2007 tarihinde Referans Gazetesi'nde yayınlanmıştır.

    Etiketler:
    Yazdır