Arşiv

  • Nisan 2024 (10)
  • Mart 2024 (19)
  • Şubat 2024 (19)
  • Ocak 2024 (18)
  • Aralık 2023 (17)
  • Kasım 2023 (14)
  • Ekim 2023 (15)
  • Eylül 2023 (12)
  • Ağustos 2023 (21)
  • Temmuz 2023 (18)
  • Haziran 2023 (13)
  • Mayıs 2023 (9)

    Ne oldu şimdi?

    Güven Sak, Dr.23 Mart 2021 - Okunma Sayısı: 3022

    Geçen Cuma gece yarısından sonra olup bitenler, pişmiş aşa su kattı doğrusu. Her ne oldu ise iyi olmadı. Şimdi işin yoksa ayıkla pirincin taşını. Bu haftadan başlayarak, bu gece yarısı operasyonunun sonuçlarına milletçe hep birlikte katlanacağız. Siyasetin gerekleri ile milletin ihtiyaçlarının örtüşmediği anlardan birindeyiz, gördüğüm.

    Kadınların güçlendirilmesi Türkiye’nin beka meselesidir

    Öncelikle, kadınlara yönelik şiddeti engellemek üzere imzaladığımız, İstanbul Sözleşmesi’nden çıkılması, Türkiye için hiç iyi olmadı. Neden? Kadınların güçlendirilmesi Türkiye’nin bir numaralı kalkınma ve zenginleşme meselesi olduğu için elbette. Kadınların güçlendirilmesi ve toplumsal yaşama katılması, Türkiye’nin asıl beka meselesidir.

    Türkiye, İstanbul’da Avrupa Konseyi bünyesinde hazırlayıp imzaladığı, kadınları eşit bireyler olarak toplumsal yaşamda güçlendirmeyi amaçlayan, bu arada, ev içi şiddeti önlemeyi hedefleyen, sözleşmeden çekildi. Buradaki, “çekildi/çekilmedi”, “yetkisi vardı/yoktu” tartışması son derece manasız. O konuyu hukukçular zaten ele alıyor. Siz neticeye bakın: Türkiye, dünyanın yanlış tarafında olduğunu herkese ilan etti. Nokta.

    Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı’nın (UNDP) 1990 yılından beri yayımladığı İnsani Gelişme Raporları’nda en büyük sıçramayı iki ülke gerçekleştirdi: Singapur ve Türkiye. Singapur’un nüfusu 5,7, Türkiye’ninki ise 82 milyon. Bu parlak performansa rağmen Türkiye, kadınların ekonomik yaşama katılması ve toplumsal yaşamda, eşit bireyler olarak güçlendirilmesi konusunda, 1990’dan beri hiç ilerlemedi. Geriledi.

    Kadınları güçlendirmeyi amaçlayan Medeni Kanun düzenlemesini yapalı, doksan beş yıl geçmiş olduğu halde vaziyet böyle oldu. Türkiye, bu nedenle, 2011’de İstanbul Sözleşmesi’ni imzaladı. Şimdi ne oldu? Avrupa Birliği konusunda, çok değil daha birkaç ay önce, söylenen sözlerin dibinin olmadığını herkese gösterdik. İyi olmadı.

    Rota düzeltmesi artık gündemden kalktı mı?

    Bu arada, yine aynı gece yarısı operasyonu ile daha dört ay önce atanan, Merkez Bankası Başkanı da görevden alındı. Hatırlayın Kasım 2020’de, hatalı rezerv yönetiminden bankacılıkta aktif rasyosuna, bir önceki bakandan kalan “akıldışının iktisat politikası”ndan vazgeçtiğimizi gösterecek biçimde hem Hazine ve Maliye Bakanı’nı, hem de Merkez Bankası Başkanı’nı değiştirmiştik. En azından içeride ve dışarıda yatırımcılar mesajı böyle anlamışlardı, benim gördüğüm.

    O gün başlayan rota düzeltmesi tamamlanamadan, gece yarısı operasyonu geliverdi. Pişmiş aşa soğuk su dediğim, o işte. Ben, “Türkiye’nin adımlar planlaması değil, adımlar atması gerekiyor.” diye ekonomik reformlar diye açıklananı beğenmezken, şimdi olana bir bakın! Şimdi geride kalan, Hazine ve Maliye Bakanı’nın işi çok daha zorlaştı.

    Konuşarak değil, adım atarak bundan böyle... Neden? Herkesin aklında, geçen haftaki gece operasyonu kaynaklı bir her an her şey olabilir havası var artık Türkiye söz konusu olduğunda.

    Peki, dış politikadan ekonomiye rota düzeltmesi konusu, artık, gündemden kalktı mı? Bana kalkamaz gibi geliyor. Rahmetli Demirel’in dediği gibi “Boş tencerenin yıkmayacağı bir iktidar yoktur.” çünkü. Bunu herkes bilir, en çok da siyasetçiler.

    “Bu şartlarda faiz düşürerek ekonominin toparlanacağına inanmak, daha gevşek bir kemer takarak kilo alınabileceğine inanmaktan farksız.”

    Peki, ekonomi gündeminde bir değişiklik olabilir mi? Hayır. Yine aynı istikrar arayışının, devleti şeffaflıkla terbiye etmemiz gereken bir dönemin içindeyiz. Nedir? Türkiye’yi bir an önce her an her şeyin olabileceği bir ülke olmaktan çıkartmak ve önüne orta vadeli bir dönüşüm gündemi koymak durumundayız.

    Ama önce ortada virüs kaynaklı bir sancı var, millet geçinemiyor ve şikâyetçi. Önce onu halletmek gerekir. Amerikan Başkanı Biden, Amerikan milli gelirinin yüzde 9’u büyüklüğünde bir ekonomiyi canlandırma paketi açıkladı. Toplam tutarı 1,9 trilyon dolar. Kongre, paketi onayladı. Böylece Amerikalıların virüsle birlikte ekonomiyi canlandırmak için açıkladıkları paketlerin toplam tutarı, Amerikan milli gelirinin yüzde 27’sine ulaştı. Bizim burada ise, virüs sonrası toparlanmaya maliye politikası desteği, milli gelirin yüzde 1,5’i bile etmiyor. Vaziyet açık mı?

    Türkiye, virüs nedeniyle gelir akımını kaybedenlere, normal ülkeler gibi, yeterli doğrudan gelir desteği sağlamamakta ısrarlı. Bunun yerine, ortada bir “faiz düşsün, işletmeler ucuza kredi alsın, işini büyütsün, istihdam artsın, milletin geliri yeniden yükselsin” teranesi var. Yanlıştır. Aynı Nasrettin Hoca’nın “Şimdi ben bu telleri buraya takacağım, koyunlar buradan geçecek, postları bu tellere takılacak, yünleri eğirip iplik yapınca satıp, zengin olacağım.” hayalleri gibidir. Virüs şartlarında, buna kim inanır. Olsa olsa Kadir İnanır. “Dereye su gelinceye kadar kurbağanın gözü patlar.” diye biliriz biz Anadolu’da. Öyledir.

    Hâlbuki üstadımız Keynes, bundan neredeyse yüz yıl kadar önce bu tür durumlarda para politikasına olan güvensizliğini, “Bu şartlarda, faiz düşürerek ekonominin toparlanacağına inanmak, daha gevşek bir kemer takarak kilo alınabileceğine inanmaktan farksızdır.” diyerek veciz bir biçimde ifade etmişti. İşte o şartlar bu şartlardır.

    Peki, para politikası, hedef odaklı kamu harcamalarının daha ucuza finansmanına imkân sağlayabilir mi? Türkiye için, CDS risk primlerini aşağıya doğru indirecek adımlara katkıda bulunursa, evet. Türkiye gibi geleceğini yabancıların tasarrufuna bağlamış olan bir ülkede, fonlama maliyetlerini kalıcı biçimde azaltmanın yolu, risk primini azaltmak ve elbette fiyat istikrarını temin etmektir. Ülkelerin risk primleri ile fonlama maliyetleri arasındaki doğrudan ilişkiyi ne kadar vurgulasam az.

    Dijital-yeşil dönüşüm gündemi, NATO’nun kuruluşundan beri en büyük küresel yeniden yapılanmadır

    Virüs sonrası toparlanma gündeminin ikinci ve daha orta vadeli kalemi, dijital ve yeşil dönüşüm gündemidir. Doğrusu ya, ben, Atlantik’in iki tarafında güç kazanan bu yeni ticaret bölgesi kurma çalışmasın, NATO’nun kuruluşundan beri en kapsamlı yeniden yapılanma çabası olarak görüyorum. Türkiye, ilkinin dışında kalmamıştı. Bunun da dışında kalamaz.

    Bundan on ya da on beş yıl önce iklim değişikliği için tedbir almak Türkiye gibi ülkeler için lüks olarak görünürdü. Teknolojimiz daha öyleydi. Şimdi artık iklim değişikliği için başlatılacak büyük sanayi hamlesinin dışında kalmak Türkiye gibi ülkeler için lükstür. Nedenini anlamak için lütfen yandaki grafiğe bir bakın. Grafiğin yatay ekseninde, kişi başına düşen imalat sanayii katma değeri, dikey eksende ise, kişi başına karbon emisyonu tutarı vardır. 1980’de dünyada, kişi başına imalat sanayi katma değerini artırmanın yolu karbon emisyonlarını daha fazla artırmaktı. Ama artık öyle değil. 2019 yılı itibariyle baktığımızda, imalat sanayi katma değeri arttıkça, karbon emisyonlarının artış hızı yavaşlamaktadır.

    Bu grafiği şöyle de okumak mümkündür: Teknolojik gelişme sayesinde, kişi başına imalat sanayii katma değerinin yüksek olduğu gelişmiş ülkelerdeki kişi başına karbon emisyonları, gelişmekte olan ülkelerde olduğu gibi hızla artmamaktadır.

    Dikkatinizi çekeyim, bu değişim 1980’den 2019’a, son kırk yılda zaten aramızdadır. İnsanlığın teknolojik birikimi, karbon emisyonları ile büyüme gündemi arasındaki bağı zaten kopartma yolundadır. Yeni teknolojilerin mevcut sektörlere süratle uyarlanması yoluyla, büyüme ile karbon emisyonları arasındaki bağı kopartmak teknik olarak mümkündür. Hayalden bahsetmiyoruz yani.

    Dünden beri mümkün olan ama yoğun sabit sermaye yatırımları nedeniyle ertelenen yavaş giden değişim, şimdi Batı’daki negatif faiz ortamında hızlanacaktır. Türkiye’nin ortadaki bu bolluktan yararlanabilmesinin yolu, istikrar arayışını risk primlerini düşürerek başarıyla tamamlaması yoluyla olacaktır. Makro politikanın bu mikro değişimi destekleyici mahiyette olması gerekir. Kalanı hikayedir.

    Gelecek, artık, hemen buradadır. Şimdi büyüme ile karbon emisyonları arasındaki bağın tam olarak kopacağı bir yeni teknolojik aşamaya geçiyoruz. Ya bu değişimin içinde olacağız ya da dışında kalacağız. Ya rekabet gücümüzü artıracağız ya da rekabet gücü kaybına uğrayacağız. Şekillenmekte olan yeni dijital-yeşil ticaret bölgesinin anlamı budur. Bu büyük dönüşüm, Türkiye’nin bir an önce başlattığı rota düzeltmesini tamamlamasını ülkemiz için olmazsa olmaz bir önkoşul haline getirmektedir. Olan ortadadır. “Eski hal muhal. Ya yeni hal, ya izmihlal.” Yoksa kendi düşen ağlamaz.

    Türkiye’nin artık bir an önce bu yeni hale doğru adım atması gerekmektedir. Çakma gündemleri, yalancı beka meselelerini bırakıp esasa odaklanmamız gerekir. Malum, ehem mühimme müreccahtır.

    Bugün aslında size, Paris İklim Anlaşması konusunda doğru zannedilen yanlışları, en tepeden en aşağıya idarede sürekli tekrar edilen doğru zannedilen yanlışları anlatacaktım ama gece yarısı operasyonu gündemi değiştirdi. Şu kadarını söyleyeyim: Türkiye’nin Paris İklim Anlaşması’nı onaylamakla kaybedeceği hiçbir şey yoktur, kazanacağı bir dünya vardır. Peki, anlaşmayı onaylarsak, şunlar bunlar olur diye tekrarlanan o ortadaki kocaman kocaman laflar? Malum, zırva tevil götürmez. Ama ben yine de tek tek anlatacağım.

    Bu arada, bari, bu hafta, gece yarısına filan bırakmadan, faydalı bir iş yapın. Hepimizi şaşırtın ve Paris İklim Anlaşmasını geç kalmadan onaylayın.

     

     

    Bu köşe yazısı 22.03.2021 tarihinde Dünya Gazetesi'nde yayımlandı.

    Etiketler:
    Yazdır