The articles and opinions on the TEPAV website are solely those of the authors and do not represent the official views of TEPAV.
© TEPAV, all rights reserved unless otherwise stated.
Söğütözü Cad. No:43 TOBB-ETÜ Campus, Section 2, 06560 Söğütözü-Ankara
Phone: +90 312 292 5500Fax: +90 312 292 5555
tepav@tepav.org.tr / tepav.org.trTEPAV is a non-profit, non-partisan research institution that contributes to the policy design process through data-driven analysis, adhering to academic ethics and quality without compromise.
"Anayasa, Yurttaşlık ve Birlikte Yaşama" konulu panelde Ulrich Preuss, Mithat Sancar ve Mesut Yeğen konuştu.
ANKARA- TEPAV Anayasa Uzmanları Seminerler Dizisi'nin üçüncüsünde, Prof. Dr. Ulrich Preuss, Prof. Dr. Mithat Sancar ve Doç. Dr. Mesut Yeğen "Anayasa, Yurttaşlık ve Birlikte Yaşama" konusunu ele aldılar.
Hertie Yönetişim Okulu'ndan Prof. Dr. Ulrich Preuss, bölünmüş toplumlarda anayasanın birleştirici gücü konusunda yaptığı sunumda, kuramsal bir çerçeveden yola çıkarak, anayasacılığın evrimi ile toplumsal ve siyasal tarihteki paralelliklere dikkat çekti. Anayasacılığın ilk ortaya çıktığı dönemde öncü konumundaki ABD ve Fransa anayasalarında "biz" duygusu ile toplumsal bütünlük ve dayanışma kavramlarının ön planda olduğunu anlatan Preuss, ancak öne çıkarılan bu "biz" kavramının toplumun önemli bir kısmını dışladığını, oy hakkıyla ifade edilebilecek toplumun daha geniş kesimlerini dahil etme eğiliminin ortaya çıkmasının yüz yıldan daha uzun süren mücadeleler sonucu olduğunu anlattı. Buna paralel olarak sanayileşme ve şehirleşme süreçleriyle birlikte milliyetçilik olgusunun yükseldiğini anlatan Preuss, anayasacılık ile milliyetçilik arasında gizli bir çatışmanın belirdiğini ifade etti.
Milliyetçiliğin, anayasacılığın aksine bir toplumun bütünlüğü için birlikte yaşama ve bunun kurallarını ortaya koyma iradesinin dışında siyasal nitelikte olmayan ortaklıkları olduğunu varsaydığını, oysa tüm toplumlarda milliyet kapsamı dışında kalan azınlıklar olduğunu belirtti. 20. Yüzyılda sınıf bilincinin yükselişiyle anayasaların tüm dünyada ortaya çıktığını, ancak imparatorlukların çözülmesiyle ortaya çıkan ve kaçınılmaz olarak çok sayıda azınlık içeren yeni ulus devletlerde milliyetçilik ile anayasacılık arasındaki gerilimin sürdüğünü ifade etti. Preuss, Soğuk Savaş döneminde baskılanan kimliklerin Soğuk Savaş sonrası yeniden ön plana çıktığını, bu süreçte anayasaların tüm bireylere eşit haklar tanıyan evrenselci ve kapsayıcı doğasının daha da önem kazandığını vurguladı.
Siyaset bilimi yazınında çatışmaların gelir ya da servet dağılımı gibi bölünebilir/paylaşılabilir öğeler üzerine çatışmalar ile kimlik gibi bölünemez/paylaşılamaz öğeler üzerine çatışmalar olarak ikiye ayrıldığını ifade eden Preuss, kimlerin bir siyasal birimin ya da aidiyetin parçası olduğu ve kimin yönetici konumunda olabileceği sorusunun ikinci gruba girdiğini vurguladı. 21. Yüzyılda anayasacılığın ilk aşamalarında olduğu gibi bir "biz" olgusunun olduğunun varsayılamayacağını söyleyen Preuss, bu bakımdan çokkültürlülüğün anayasacılığın karşısına yanıt bulması gereken yeni sorular çıkardığını söyleyen Preuss, toplumlarda bulunan azınlıkların daha önce dile getirdikleri eşit yurttaşlık taleplerinin yerini kimliklerinin tanınması taleplerine bıraktığını ifade etti.
Orta Doğu Teknik Üniversitesi'nden Doç. Dr. Mesut Yeğen, vatandaşlığın bir siyasi topluluğun mensuplarını o topluluğun kaderini belirlemek üzere katılıma davet etmesi, söz konusu bireyleri siyasi otoriteye karşı haklarla donatması ve topluluğun bireylerinde bir birlik ve biz olma hali, yani bir aidiyet yaratması bakımından önemli olduğunu vurgulayarak, vatandaşlığın ideal olarak mekana ve hukuka kayıtlı olmasını, yani belli bir vatanda meskun ve anayasaya sadık olma koşullarını öngördüğünü belirtti. Tanzimat Fermanı ve ardından gelen 1876 Anayasası'nın vatandaşlık fikrini ilk kez dolaşıma soktuğunu, din-mezhep farkı olmaksızın herkesi eşit haklarda buluşturma idealini ve güvencesini gündeme getirdiğini ifade eden Yeğen, söz konusu vatandaşlık fikrinin ideale yakınsadığı Tanzimat'la beraber Osmanlı coğrafyasında yaşayanların reaya olmaktan çıkıp tebaa haline geldiğini, yani siyasal irade ve idarenin hukukla sınırlanmaya başladığını söyledi.
Yeğen, 1921 Anayasası'nın vatandaşlığa dair bir hükmü olmamakla beraber, 1924 Anayasası'nda Cumhuriyet'in vatandaşlarının etno-kültürel bir topluluğun üyeleri olmalarını istendiğini ve fiili olarak yurttaşlarını konuştukları dil itibariyle halihazırda Türk olanlar (Türkçe konuşan Müslümanlar), müstakbel Türkler (Türkçe konuşmayan Müslümanlar) ve gayrimüslimler (Türk olamayacaklar) olarak üç gruba ayırdığını ifade etti. Bu bakımdan mekana ve hukuka dayalı bir yurttaşlık kavramının yeterince gelişemediğini ifade eden Yeğen, bu durumun daha sonraki anayasalarda da lafzi olarak farklılıklar gösterse de anlam ve anlayış bakımından sürdürüldüğünü anlattı.
Ankara Üniversitesi'nden Prof. Dr. Mithat Sancar ise sunumunda anayasa yapımının bir toplumsal sözleşme ürünü olmadığını ve daha çok toplumsal çatışmaların ya da belli dayatmaların ürünü olarak ortaya çıktığını ifade etti. Çeşitli ülke örneklerinde askeri müdahaleler sonrası anayasa yapımı ve söz konusu anayasaların askeri müdahaleye karşı duruşlarını karşılaştıran Sancar, İspanya ya da Güney Afrika gibi anayasanın toplumsal uzlaşının bir sonucu olarak algılandığı süreçlerde dahi, uzlaşının doğası gereği büyük bedeller ödendiği ya da tavizler verildiğini vurguladı.
Liberalizmin zayıf siyaset savunusu ile demokrasinin güçlü siyaset vurgusu arasında bir ayrım olduğunu dile getiren Sancar, anayasaların çatışmaların ürünü olduğunu, anayasanın ödevinin ise çatışmaların nasıl çözüleceğini ön plana çıkarmak olduğunu söyledi. Çoğulcu toplumlardan hiçbirinin çatışmasız olamayacağını anlatan Sancar, çatışma ile parçalanmanın ayrı şeyler olduğunu, demokratik sistemlerin siyasal çatışmalardan beslendiğini ve çatışmasız toplum algısının ancak totaliter bir rejim altında gerçekleşebileceğini ifade etti. Türkiye Cumhuriyeti'nde anayasaların her birinin kendi çatışma ve dışlama eğilimlerinin var olduğunu ifade eden Sancar, 1982 Anayasası'nın demokrasiye mesafesi ve uzlaşmanın eksikliği açısından doruk noktası oluşturduğunu dile getirdi.
Prof. Dr. Sancar, Türkiye'nin ihtiyacı olan şeyin etnik ve dinsel tabanlı çatışmalarına demokratik bir öneri getirebilmek olduğunu, demokratik süreçlerin yerleşmesinin demokratik toplumlarda olağan olan çatışmaların bölünmelere dönüşmesini engelleyeceğini vurguladı.