Arşiv

  • Mayıs 2024 (1)
  • Nisan 2024 (15)
  • Mart 2024 (19)
  • Şubat 2024 (19)
  • Ocak 2024 (18)
  • Aralık 2023 (17)
  • Kasım 2023 (14)
  • Ekim 2023 (15)
  • Eylül 2023 (12)
  • Ağustos 2023 (21)
  • Temmuz 2023 (18)
  • Haziran 2023 (13)

    Şirketler kriz dönemine nasıl bakmalı? İlk engel 'Yok artık canım mahcubiyeti'dir

    Güven Sak, Dr.24 Şubat 2009 - Okunma Sayısı: 884

    Dünya tarihinin en derin ve en geniş kapsamlı iktisadi krizinin içindeyiz. Kriz dalga dalga bizim kıyılarımıza doğru geliyor. Vurguya dikkat: Daha gelmedi, geliyor. Böyle bir ortamda ne yapmak gerekir? Özellikle şirketler açısından bakıldığında nasıl davranmakta fayda vardır? Bu konuda, ortalıkta çok miktarda görüş var. Yenilikçi olmanın öneminden başlanıyor, krizin getirdiği fırsatları zamanında tanımlamaya doğru gidiliyor. Ama görünen şu: İleriye doğru bir hamle yapmak, dünden farklı davranmak öne çıkıyor. Bize pek öyle gelmiyor. Şu anda içinde bulunduğumuz süreçte, bir şey yapmak değil, yapmamak ön plana çıkıyor. Evet, evet, gelin büyük bir açıklıkla ifade edelim: Günü bir maraza çıkarmadan geçirmenin önemli olduğu bir dönemden geçiyoruz. Zaman, hamle zamanı değil, hasarsız günü geçirme zamanıdır. Enerji tasarrufu, bugünün en temel meselesidir. Eskinin ezberlerine kapılıp, piyasa ekonomisine dayalı bir "yok artık canım mahcubiyeti"ne hapsolmamak önemlidir.

    Şirketlerin yapması gerekenler bahsinde öncelikle içinde bulunduğumuz dönemi tanımlamak önem taşımaktadır. Kriz dönemi, birbirinden farklı iki dönemden oluşmaktadır. Bunlardan ilki, geçiş dönemidir. Geçiş dönemi, dünün sona erdiği ama yarının daha şekillenmediği bir dönemi ifade etmektedir. Geçiş dönemi bir ara dönemdir. Bundan sonra gelecek olan ise başlangıç dönemi olacaktır. Yarının nasıl biçimleneceği bu başlangıç döneminde şekillenecektir. Yeni dönemin koalisyonları, bu başlangıç döneminde belirlenecektir.

    Peki, biz şimdi neredeyiz? Açıktır ki, dünyamız halen geçiş döneminin içinde ve hatta daha başında bulunmaktadır. Ortadaki tartışmalar bu geçiş döneminin 2009 yılından 2010 yılına doğru uzayabileceğine işaret etmektedir. Geçen yılın sonunda, "2009'u unutun, 2010'a bakın" derken aklımızda olan bu geçiş döneminin 2009 yılının ilk yarısında tamamlanabileceği varsayımıydı. Ama artık anlaşılan şudur: Geçiş dönemi, 2009 yılı sonunda dahi, daha tamamlanmış olmayacaktır. Kriz, Türkiye ve benzeri ülkeleri etkilemeden, bu tür ülkelerden gelen etki, yeniden gelişmiş ülke bankalarını ve de ekonomilerini vurmadan, bu yolla, olayın tüm boyutları tam anlamıyla ortaya konulmadan geçiş dönemi tamamlanmayacaktır. Orta ve Doğu Avrupa'da ortaya çıkan istikrarsızlık süreci, bu açıdan baktığınızda, geçiş döneminin tamamlanması açısından bir adım daha atmamıza neden olmuştur.

    Demek ki neymiş, önce olayın tüm boyutları tam anlamıyla ortaya çıkacak, sonra da koordineli bir eylem planı üzerinde anlaşılacaktır. Burada söz konusu olan eylem planı, dünün yıkıntısını temizlemekle alakalıdır. Böyle bakarsanız, olaya bütüncül teşhis meselenin yarısıdır ve açıklıkla ifade etmekte fayda vardır ki, dünyamız daha o noktada değildir. Bu durumda, geçiş döneminde, daha yarının karar alma mekanizmaları ve de sermaye birikim modeli biçimlenmiş olmayacağı dikkate alınırsa daha çok bekleyeceğiz demektir.

    Geçiş dönemi, dünün enkazını nasıl kaldıracağımıza ilişkin küresel koordinasyon mekanizmasının inşası ile sona erecektir. Ondan sonra başlayacak olan başlangıç döneminde yeni dönemin üzerine yaslanması gereken ilkeler önemli olacaktır. Burada geçiş dönemi ile başlangıç dönemi arasındaki bir ayrıma işaret etmekte fayda vardır. Fark şuradadır: Bu geçiş dönemi bizim daha önce alıştığımız kavramsal çerçeveye dayalı bir biçimde işlemeyecektir.

    Bu nasıl farklı bir dönem olacaktır? Birincisi, uluslararası fon dağıtımında özel piyasaların yerini devletten devlete kredilerin aldığı bir dönem olacaktır. Açıktır ki, piyasaya dayalı fon aktarımına dayanan bir dönemin karar alma mekanizması ile kamu kaynaklarının aktarımına dayalı bir dönemin karar alma mekanizması birbirine benzemeyecektir.

    İkincisi, ülke içinde kaynak dağıtımında da kamuya dayalı fon dağıtım mekanizmaları önümüzdeki dönemde daha önemli olacak gibi durmaktadır. Ülkemize devletten devlete krediler biçiminde gelecek yabancı tasarrufların özel aktörler arasında nasıl dağıtılacağı en önemli problemlerimizden biri olacaktır.

     

    Üçüncüsü, iç pazarımızı korumak önemli önceliklerden biri olacaktır. Burada tek taraflı olarak, "yok canım, korumacılığa saplanmayalım" argümanına sarılmak yeterli değildir. Korumacılıkla mücadelenin küresel ölçekte bir küresel koordinasyon mekanizması ile yapılması gerekmektedir. Böyle bir koordinasyon mekanizması yoksa "korumacılığa karşıyız" argümanının bir anlamı da yoktur.

    Dördüncüsü, şirketler için bakıldığında, yapılması gereken; hamlelere hazırlanmak değil, günü geçirmektir. Böyle bir dönemde, uzun vadeli plan yapılmaz. Böyle bir dönemde, hayatın kısa anlardan oluştuğunu hep akılda tutarak davranmak gerekir. Yapılması gereken, bu anı en az hasarla nasıl aşabileceğimize odaklanmaktır. Bu çerçevede, mümkün olduğunca az hareket etmekte, enerji israfından kaçınmakta fayda vardır. Önemli olan, yarının nasıl biçimlenebileceği konusundaki tartışmaları yakından izleyip, başlangıç dönemine doğru yerde girmeye önem vermektir.

    Beşincisi, geçiş döneminde ve de başlangıç döneminde bizi koruyacak olan bizatihi hükümetimizdir. O vakit, şirketler açısından yapılabileceklerin sınırlı olduğu ama hükümetin hareket alanının daha geniş olduğu bir dönemde bulunuyoruz. Bunu hep akılda tutmakta fayda vardır. Bugünün üretim kapasitesini koruyabilecek olan kamunun alacağı kararlardır esas olarak.

    Dünden daha farklı bir dönemin içindeyiz. Öyle görünüyor ki, bu geçiş dönemini izleyen başlagıç dönemi de öyle olacak. Herkesin öncelikle "yok artık canım mahcubiyeti"ni bir kenara bırakmasında fayda vardır. Düşünme çerçevemizi, piyasa ekonomisi dinamiklerine dayalı, mahcubiyetten ne kadar arındırırsak, önümüz o kadar açık olacaktır. Hükümetimiz bu geçiş döneminde ne kadar aktif olursa, önümüz o kadar aktif olacaktır.

     

    Bu köşe yazısı 24.02.2009 tarihinde Referans Gazetesi'nde yayımlanmıştır.

    Etiketler:
    Yazdır