Arşiv

  • Nisan 2024 (14)
  • Mart 2024 (19)
  • Şubat 2024 (19)
  • Ocak 2024 (18)
  • Aralık 2023 (17)
  • Kasım 2023 (14)
  • Ekim 2023 (15)
  • Eylül 2023 (12)
  • Ağustos 2023 (21)
  • Temmuz 2023 (18)
  • Haziran 2023 (13)
  • Mayıs 2023 (9)

    Bu işte banka hissedarlarının hiç mi suçu yoktur?

    Güven Sak, Dr.22 Ağustos 2009 - Okunma Sayısı: 1132

    Amerika'da bir de bu tartışma çıktı: Peki, muhtaç duruma düşen bankaların hissedarları kriz sonrasına hiçbir şey olmamış gibi mi geçecekti? Doğrusu ya, soru meşru bir sorudur. Madem ortada kötü yönetilen bir işletme vardır, o kötü yönetilen işletmenin kötüye gidişini engelleyebileceği halde engellemek için çaba harcamayan herkes ortadaki kötü yönetime iştirak etmiş sayılır. Amerikan Merkez Bankası (Federal Reserve), on iki adet bölgesel merkez bankasını bir araya getiriyor. Bunlardan Kansas City Merkez Bankası tam otuz bir yıldır Jackson Hole'da profesyonel bir konferans tertipliyor. İktisatçıları ve merkez bankacıları bir araya topluyor. Geçen hafta Amerikan Merkez Bankası Başkanı Bernanke'den Avrupa Merkez Bankası Başkanı Trichet'ye herkes Wyoming eyaletindeki bu tatil beldesinde toplanmaya başladı. Toplantıyı açan Kansas City Merkez Bankası Başkanı Hoenig işte esasen başlıktaki soruyu gündeme getirdi: Kamu kaynaklarının, vergi mükelleflerinin kaynaklarının yoğun bir biçimde kullanılmasına neden olan iktisadi krizin suçluları arasında banka hissedarları da yok muydu? Ve onlar da bir bedel ödemek zorunda değiller miydi? Bu hafta sonu konumuz budur efedim. Merak edenleri aşağıya bekleriz.   Hiç hoşlanılmayanlar Bu konuyla ilgili birinci nokta şudur: Bu soru neden bugün gündeme gelmektedir? Bugüne kadar küresel finansal kriz nedeniyle pek çok suçlu tespit etmiştik. Önce iktisatçılardan hiç ama hiç hoşlanmıyorduk. Sonra şirket yöneticilerini özellikle banka yöneticilerini sevmiyorduk. Kamudan destek alan şirket ve bankaların çalışanlarına prim dağıtması Amerikan Kongresi'nde bile tartışılmıştı. En sonunda şirket-banka yönetici ve çalışanlarına prim ödenmemesi gerektiğini karara bağlamıştık. Gerçi yine geçen hafta Fransız Maliye Bakanı Christian Lagarde bu yönetici ikramiyelerini engellemeye yönelik "fare yarışı"nı artık bırakmanın zamanının geldiğini de söylemişti. Ama bakın şimdi Amerika'da bir de bu tartışma çıktı: Peki, muhtaç duruma düşen bankaların hissedarları kriz sonrasına hiçbir şey olmamış gibi mi geçecekti? Doğrusu ya, soru meşru bir sorudur. Madem ortada kötü yönetilen bir işletme vardır, o kötü yönetilen işletmenin kötüye gidişini engelleyebileceği halde engellemek için çaba harcamayan herkes ortadaki kötü yönetime iştirak etmiş sayılır. Bu, birinci tespittir. Burada akla takılması gereken ikinci nokta ise tartışmanın zamanlaması ile alakalıdır. Bu tartışmanın bugün başlatılması en azından bazılarının serbest düşüşün sona erdiği kanaatine sahip olduğunu göstermektedir. Açıktır ki, böyle bir tartışma kriz anına ait değil, ertesi güne ait bir tartışmadır. Aynı o güzelim "Kavramların eski tadı yok" başlığıyla başlattığımız tartışma gibi. Finansal krizin hayhuyu sona erdikten sonra şimdi şöylece bir etrafa bakıp, derleyip toparlanma, başlayan iktisadi durgunluğa alışma ve de "Şimdi beni aşağıya kim itti?" diye merak etme zamanıdır. Kim vergi mükelleflerinin sırtından kendi cebine para katmıştır? Kim bireysel risklerini bu kriz vasıtasıyla sosyalleştirerek aradan sıyrılmıştır? Milyonların hayat düzeyi bu krizden olumsuz etkilenmişken hayat seviyesi değişmeyenler kimlerdir? Dolayısıyla başlama temayülü gösteren tartışma krizde yeni bir aşamaya geçtiğimizi tescil etmektedir. Bu, en azından Kansas City Merkez Bankası Başkanı Hoenig'in gözünden böyledir. Buraya eklenebilecek bir yardımcı nokta şu olabilir: Krizin bittiği hakkında kanaat yerleşirse normal ülkelerde bu "Şimdi beni aşağıya kim itti?" tartışması yaygınlık ve yoğunluk kazanacaktır ve de kazanmalıdır.   Teorik olarak doğru Peki, banka hissedarları hedefi, doğru tespit midir? Evet. Teorik olarak öyledir. Portföyünde hisse senedi tutanla aynı şirkete ait bir borçlanma enstrümanını tutanı birbirinden ayıran nedir? Biri ilgili şirkete ortak olmuştur, öteki ise borç para vermiştir. Ortak olanla, borç para verenin şirketin sevk ve idaresinde üstlendiği sorumluluklar ve yükümlülükleri birbirinden farklıdır. Ortak olan, kaderini şirketin yönetimi ile birleştirendir. Şirketin sevk ve idaresinin ne kadar riskli olduğunu, gidişin hayra alamet olup olmadığını denetleyecek, kontrol edecek olan, hisse senedi sahibidir. Bu nedenle hisse senedi sahibine oy hakkı verilmektedir. Oy hakkının amacı şirketin nasıl yönetildiği ile ilgili ayrıntılı bilgi derleyebilmek ve doğrudan yönetimi denetleyip, kontrol edebilmektir. Sermayenin kontrol mekanizması oy hakkıdır. Buna karşılık şirkete borç verenin şirketin sevk ve idaresi ile bir alakası yoktur. O, önceden belirlenmiş getirisini almak için vade gününün gelmesini bekler, alamazsa parasını almak için yasal haklarını kullanır. Halbuki hisse senedi sahibinin elde edeceği getiri doğrudan şirketin performansına bağlıdır. Şirket "iyi" yönetilirse getiri artar. Şirket "iyi" yönetilmezse getiri azalır. İşin gidişatından hoşnut olmayan, şirket yönetimine müdahale edebilir. Ya da hisse senedini ikinci el piyasada elden çıkararak ilgili şirketi yakından izleme faaliyetinden ayrılır. Böyle bakıldığında, şirket hisse senetlerini elinde tutmaya devam edip, şirketin riskli faaliyetlerini denetlemeyen hissedarlar elbette bir bedel ödemelidirler. Teorik olarak bu böyledir. Teorik olarak böyle olmakla birlikte, banka iç kontrol mekanizmalarının bile farkına varamadığı karmaşık finansal teknikler bu krizin en önemli nedeni değil midir? Ne yapıldığını açıklıkla izlemek mümkün değilken, hissedardan istenen azıcık kocaman değil midir? Bu çağda hissedardan beklenen nedir? Süpermen midir? Bu da üçüncü noktadır.   Vergi mükellefinin hakkı Dördüncü tespit ise şudur: Şirket hissedarları krizle birlikte zaten bir bedel ödememişler midir? Evet, kriz anında hisse senedi fiyatlarındaki düşüş ile bir bedel ödemişlerdir. Ancak daha sonra kamu kaynakları ile bankanın ve de şirketlerin desteklenmesi ile birlikte hisse senedi fiyatları yükselmeye başlamıştır. Bu durumda, şirketin kötü yönetimine, izansız risk üstlenmesine ses çıkarmayan hissedarlar, hepimizin bu krizden daha fazla etkilenmemesi için devreye sokulan vergi mükelleflerinin parası sayesinde, kendilerini kurtarmışlardır. Burada elbette vergi mükellefleri açısından ortada bir problem vardır. Bu iş hakça (fair) değildir. Türkiye gibi mesela Ankara Belediyesi'nin Sıhhiye'deki anlamsız "U dönüşü köprüsü", Eskişehir Yolu'ndaki gereksiz Kongre Merkezi gibi programsız ve de kontrol dışı yatırım projesi tasarımlarına alışkın bir ülkede "vergi mükellefinin hakları"nın fazla bir anlamı yokmuş gibi görünebilir. Ancak normal memleketlerde iş öyle değildir. Vergi mükellefinin hakkının teslim edilmediği ülkede vergi adaleti de olmaz, kimse de kayıt içine girmeyi düşünmez. Böyle bakıldığında, Türkiye'de kayıtdışılığın nedeni aynı zamanda Sayın Melih Gökçek gibi belediye başkanlarının varlığı değil midir? Öyledir. Vergi mükellefinin hakları önemlidir. Burada ele alınması gereken beşinci nokta ise herhalde şudur: Açılan tartışma operasyonel midir? Ortada atılacak bir adım, yapılabilecek bir iş var mıdır? Çözüm o kadar da kolay değildir. Zamanında bankaları doğrudan kamu mülkiyetine almadan yapılan kaynak aktarımları meseleyi çözmeyi son derece zor hale getirmektedir. Burada kamu vicdanını rahatlatacak olan iki yol vardır: Ya baştan hissedarların hisse senetleri kamuya devredilecektir ya da aktarılan kaynak karşısında bir maliyet bedeli istenecektir. İlk yol değil, ikincisi tercih edilmiştir. Bundan sonrası esasen teorik bir tartışma gibi durmaktadır. Artık olsa olsa kamu kaynağını ucuza özel kesime aktaran siyasilerden hesap sorabiliriz. Hoenig'in açtığı tartışmanın bize düşündürdükleri bunlardır. Dünyada kurumsal yönetişimin (corporate governance) daha çok tartışılacağı bir dönemin de başındayız galiba. Haberiniz olsun.

    Bu yazı 22.08.2009 tarihinde Referans Gazetesi'nde yayınlanmıştır.

    Etiketler:
    Yazdır