Arşiv

  • Mayıs 2024 (4)
  • Nisan 2024 (15)
  • Mart 2024 (19)
  • Şubat 2024 (19)
  • Ocak 2024 (18)
  • Aralık 2023 (17)
  • Kasım 2023 (14)
  • Ekim 2023 (15)
  • Eylül 2023 (12)
  • Ağustos 2023 (21)
  • Temmuz 2023 (18)
  • Haziran 2023 (13)

    Türk-Amerikan ilişkilerinde iki hayırın hikayesi

    Güven Sak, Dr.17 Ağustos 2010 - Okunma Sayısı: 958

    Derler ki, hayırda hayır vardır. Başbakanımız bugünlerde her yerde "evet" diye dolaşıyor olsa bile, uluslararası kamuoyunda Türkiye, son dönemde, "hayır"ları ile nam salmış durumdadır. Bugün konumuz günün soğukluğudur. Türkiye, Amerika Birleşik Devletleri (ABD) ilişkileri bugünlerde pek öyle sımsıcak değil. Eskiden de böyle dönemler olmaz mıydı? Olurdu. Her dönemin soğukluğu kendisine özgüydü. Gelin bugün kısaca günün soğukluğuna bir bakalım. Günün soğukluğunun kaynağı, güne ait iki "hayır"la yakından alakalıdır. İki "hayır"ın farkını doğru kavrarsak içinde bulunduğumuz süreci daha iyi değerlendirmek mümkün olabilirmiş gibi geliyor bana. Türk-ABD ilişkilerindeki iki "hayır"ın hikayesini dinlemek ister misiniz? İsterseniz aşağıya bekleriz, efendim.

    "Hayır"ların ilki 2003 yılına aitti. Hatırlayın, devir ikinci Bush'un birinci dönemiydi. Amerikalılar, Irak'a girip Saddam Hüseyin'i devirmenin, bölge dengelerini bir daha eski haline dönmeyecek biçimde değiştireceğine kafayı takmıştı. Ki aslında bakın öyle de oldu. Bu projeyi uygulamak için Türkiye'nin desteğine ihtiyaçları olduğu kanısındaydılar. Türkiye, Amerikan askerlerinin kuzeyden müdahale etmesi için yapılan hazırlık görüşmelerine sonuna kadar katıldı. Amaç, Amerikan askerlerinin Türkiye'den geçerek bölgeye intikal ettirilmesiydi. Ama sonunda Türkiye Büyük Millet Meclisi, "yanlışlıkla" bu operasyona istenen izni vermedi. Sonuç birden anlaşılamadı, kabul oyları, ret oylarından çoktu. Ama prosedür gereği böyle bir kararın daha çok sayıda kabul oyuyla geçmesi gerektiği için Amerikan askerlerine Türkiye topraklarını kullanma izni veren tezkere Meclis'te reddedilmiş değilse de kabul edilmemiş sayıldı. Bu hikayenin bizim taraftaki bölümü elbette. Öteki tarafta ise derin bir hayal kırıklığı oldu. Ortalığı bir nevi, "madem gönlün yoktu, neden o at pazarlığına girip, bir de "evet" karşılığında para talep ettin" havası sardı. Bu ilk hayırdı.

    İkinci "hayır"ın tarihi ise yenilerdeydi. Bu kez devir Obama devriydi. Türkiye artık Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi üyesiydi. İran, nükleer silah yapma yolundaydı. En azından öyle görünüyordu. Türkiye, uluslararası kamuoyu ile aynı kanaatte gibi duruyordu. Ama sonra ortalıkta bir karışıklık oldu. Ki bu sütunda bu konudan ne anladığımı "Türkiye, İran konusunda nasıl ofsayta düştü" başlığı altında anlatmıştım. Türkiye, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi'nde İran'a yönelik yeni yaptırımlar uygulanması kararına "hayır" dedi. O günden beri yaptırım lobisi adım adım güçleniyor. Yapılan ilk çalışmalar, alınan kararların şirketlerimizi olumsuz etkileyebileceğini gösteriyor. Adı sanı belli şirketlerimiz bir dizi web sitesinde kayda alınıyor. neyse bir gün ona da geliriz. Bu işten ne kadar zarar edebileceğimizin çetelesini de çıkarırız. Peki, bu iki hayır'ın birbirinden farkına nasıl bakılabilir? Bu iki hayır nasıl karşılaştırılabilir? Türk-Amerika ilişkileri buradan nereye gider? Benim aklıma üç temel nokta geliyor değerlendirme açısından. Birincisi, '2003 hayır'ı Meclis'ten çıkmıştır. Ve de aslında kabul oyları ret oylarından çokken sonuç ret olarak kabul edilmiştir. Halbuki '2010 hayır'ı doğrudan hükümetten kaynaklanmıştır. '2003 hayır'ı sonrasında ortaya konulan "Biliyorsunuz, Meclis ile hükümet aynı değildir. İdare'nin, aynı Amerikan sisteminde olduğu gibi, Meclis'i yüzde yüz kontrol edebilmesi mümkün değildir" argümanı '2010 hayır'ı söz konusu olduğunda ciddiye alınabilecek gibi değildir. O zaman öyle deyince, denecek bir şey kalmıyordu. Ama bugün vaziyet farklıdır. Bu ilk noktadır. Ve de 2010 yılında vaziyet 2003'e göre daha farklıdır.

    İkinci nokta ise, artık ikinci Bush devrinden Obama devrine geçilmiş olmasıdır. Bakın bu Türkiye'nin esasen lehine olan bir durumdur. Barack Hüseyin Obama esas olarak bir "Soğuk Savaş Sonrası Başkanı" (SSSB)'dır. Bu açıdan kendinden önce gelenlerden tamamen farklıdır. Hatırlayın onu bu sütunlarda "Uzay Yolu Kuşağı"nın ilk başkanı olarak anlatmıştım bir haftasonu Referans'ında. İşte tam da öyledir: SSSB olmak demek, her konuyu tartışmaya hazır olmak demektir. Daha önce yapılmamış olanı yapmaya hazır olmak demektir. Daha önce cesaret edilmemiş olanı yapmaya cesaret etmek demektir. Obama, son günlerde kendi ülkesinde özellikle Cumhuriyetçiler tarafından çok eleştirilmektedir. Wall Street Journal'de geçenlerde Fuad Acemi'nin yazdıklarını bu çerçevede okumakta fayda vardır. Obama, Cumhuriyetçilerin geride bıraktıkları problemlerle yeterince kararlı bir biçimde ilgilenemediği için "tek dönemlik başkan" ilan edilmiştir. Olabilir. Ama dikkat edilmesi gereken nokta şudur: Mavi yerküremizin her tarafı değişirken ABD'nin bunun dışında kalabilmesi mümkün değildir. Obama bir SSSB'dir, dolayısıyla başkan artık "eski hal muhal, ya yeni hal ya da izmihlal" demektedir. Ortalık karışacağına, bir yeni hali tanımlamaya çalışmaktadır. Çok mu tutarlıdır? Değildir. Çok mu ne yaptığını bilmektedir? Olmayabilir. Ama içgüdüsel olarak bir yeni hali tanımlamaya çalışması gerektiğini bilmektedir. Bu işi yaparken yalnız olduğunu da bilmektedir. SSSB olmak demek bugünlerde yalnız adam olmayı kabul etmek demektir. Bu da ikinci noktadır.

    Peki, nasıl yalnız adamdır Obama? Gelelim üçüncü noktaya: Washington'da Başkan dışında İdare'nin kalanında Clinton döneminin bürokratları vardır. Kongre'de de başkan yalnızdır. Bu ne demektir? Obama, artık soğuk savaş sonrası dönemde olduğumuzu bildiği için her konuda diyaloga açıktır. Uzay yolu kuşağından olması ise olumlu bir nitelik olarak alınmalıdır. Ama idarenin ve kongrenin kalanı daha "yeni bir hali" tarif etmemiz gerektiğinin tam olarak bilincinde değildir. Geçmişten kalmış gibi görünmektedir. İyi ya da kötü değildir. Hal böyledir. Bu da üçüncü noktadır. Aslında mesele yalnızca yeni bir halin tanımlanması gerektiğinin kavranması değildir. Aynı zamanda, yeni halin nasıl tanımlanacağı da önümüzdeki dönemin önemli meseleleri arasındadır. Bu ikinci hayır, ilkine göre tamamen farklı bir ortamda tezahür etmiştir. Ve kolaylıkla çok daha genel bir meselenin parçası olarak tartışılabilir. Şarkı nasıldı? Denizler durulmaz dalgalanmadan. Ama öncelikle dalgalı bir dönemde olduğumuzu bilmekte fayda vardır.

     

    Bu köşe yazısı 17.08.2010 tarihinde Referans Gazetesi'nde yayınlanmıştır.

    Etiketler:
    Yazdır