Arşiv

  • Mayıs 2024 (5)
  • Nisan 2024 (15)
  • Mart 2024 (19)
  • Şubat 2024 (19)
  • Ocak 2024 (18)
  • Aralık 2023 (17)
  • Kasım 2023 (14)
  • Ekim 2023 (15)
  • Eylül 2023 (12)
  • Ağustos 2023 (21)
  • Temmuz 2023 (18)
  • Haziran 2023 (13)

    Eksen kayması sağlamak

    Fatih Özatay, Dr.12 Ağustos 2010 - Okunma Sayısı: 1009

    Siyaset sahnesinde sıkça duyuyoruz: 'Falancaların devamı biziz.' Bu sav öğünmek amacıyla ileri sürülüyor. Peki, 'devamı olunanlar' gerçekten başarılı mı? Neye göre ölçeceğiz başarıyı? Gelin işimizi kolaylaştıralım; ekonomiyle sınırlandıralım kendimizi. Bu durumda bile zor bu soruyu yanıtlamak. Elli yıl önceki, ya da otuz yıl önceki Türkiye ile çok farklı şimdiki Türkiye. Elbette olumlu yönde. Bu durumda 'devamı olmakla' övünülecek bir başarı var.

    Peki, karşılaştırmayı ülkelerarası yaparsak yine övünebilecek miyiz? Ülkelerin kişi başına gelir düzeylerini, hem AB hem de ABD'nin kişi başına gelir düzeyleri ile karşılaştıran çok sayıda yazı yer aldı bu köşede. Etiyopya ya da Nijerya gibi ülkeler AB ve ABD'ye kıyasla 1960-2007 döneminde giderek fakirleşirlerken, Kore ve İrlanda gibi ülkeler zenginleşmişler. Türkiye ise 1960'ta ne konumda ise, 2007'de de aynı konumda. Böyle bakınca, ortada pek bir başarı öyküsü yok.

    Ekonomik başarının tek ölçütü, ya da en önemli ölçütü kişi başına gelir düzeyi değil elbette. Ama bu, yine de önemli bir gösterge ve bu göstergeye göre gelişmiş dünya ile aramızdaki -hadi uçurum demeyeyim, önemli fark kapanmamış bunca yıl boyunca.
    Bu farkın kapanmamasının çok sayıda nedeni var. Bunlardan bir tanesi 'kaynak' bulamama sorunu. Gelir farklılığını kapatmak yolunda yapılacakların önemli bir kısmı için parasal kaynağa gereksinim var. Türkiye bu açıdan sorunlu bir ülke. Tasarruf oranı düşük; hızlı büyümek için gereksindiği yatırımları ancak başkalarından borç bulabilirse yapabiliyor. Bu kısıtı aşmanın bir yolu kamunun tasarrufunu artırmak. Bu açıdan bakıldığında Türkiye'nin bir şansı var. Vergi gelirlerinin milli gelire oranı oldukça düşük bir düzeyde: AB ortalamasının çok altında. Bunun temel nedeni vergi vermeyen, ya da çok az veren geniş bir kesim olması. Dolayısıyla, vergiyi gelirlerimizi artırabileceğimiz potansiyel bir kaynak var.

    Dün TCMB'nin internet sitesindeki eski tarihli çalışma tebliğlerine bakıyordum.
    Sevgili arkadaşım rahmetli Emin Öztürk'ün 1992'de kaleme aldığı bir çalışmayı gördüm: "Türkiye'de son dönemde para politikası tartışmaları. TCMB Tartışma Tebliği No. 9206."
    TCMB, kamu maliyesindeki disiplinsizlik nedeniyle 1992'de gönülsüz bir şekilde parasal program açıklıyor. Bilançosundan seçilmiş bazı büyüklükler üzerine enflasyonu kontrol etmek amacıyla üst sınırlar koyuyor. O çalışmada Tablo 1'de gösteriliyor ki, iki önemli değişkenin yıl sonunda alacakları değerler için konulan üst sınırlar, daha haziran ayının sonunda aşılıyor! Ortada parasal program falan kalmıyor.

    Elbette bu 'başarının' arkasında Hazine'ye açılan kredilerdeki artış yatıyor. Vergi toplayamayınca, ama harcamadan da vazgeçmeyince, o dönemde TCMB'ye bol bol para bastırılmış.

    Yirmi sene sonra da değişen bir şey yok. Vergi toplayamıyoruz. Topladığımızın önemli bir kısmı da dolaylı vergiler. 2009'daki gibi ekonomi küçülüyorsa vergi gelirlerimiz düşüyor. 2010'da olduğu gibi 'baz etkisi' nedeniyle büyüyorsak da gelirlerimiz artıyor. Bu durumda, kaliteli ve kalıcı bir mali disiplin sağlamakta zorlanıyoruz. Her zorlandığımızda bütçenin orasını burasını yamalıyoruz. Yani, kamunun ürettiği mal ve hizmetlerin fiyatlarını artırıyoruz.

    Şimdi biraz düşünelim. Ama şekli bir tarafa bırakıp öze odaklanalım: TCMB'nin 1992'de karşılaştığı sorundan ne farkı var 2010'daki sorunun? O zaman 'kamu açığı  TCMB'den Hazine'ye kredi  parasal genişleme   enflasyon' vardı. Şimdi 'kamu açığı  kamunun ürettiği mal ve hizmetlere zam  para politikasında tepkisizlik -  enflasyonda atalet' var.

    Bu karşılaştırma haksızlık gibi gelebilir. Şekle takılırsak elbette haksızlık. En azından şimdiki enflasyon, o dönemdekiyle mukayese kabul etmeyecek kadar düşük. Ama dedim ya, işin özüne bakın ve para politikasını düşünün. İlkinde intibakçı bir para politikası var. TCMB'nin tercihinden değil, yasal zorunluluktan kaynaklanıyor bu. İkincisinde ise yasal bir zorunluluk olmasa da 'tepkisiz' bir para politikası var. Ama tepkisizlik mali disiplindeki 'kalitesizliğe' intibak etmek olmuyor mu?

    Tepkinin illa faiz artırımıyla olması gerekmiyor; bu yolla tepki verilecek koşullar da olabilir, başka yollarla da. Nasıl olursa olsun, asıl önemlisi TCMB'nin tepkisinin temel yapısal sorunumuzu, yani düşük vergi geliri problemimizi gündemin baş köşesine taşıyacak olması. Bu, enflasyon hedeflemesi rejiminin 'namusundan' falan çok daha önemli. Gündemde böyle bir eksen kayması yaratmak az hizmet midir bu ülkeye?

     

    Bu köşe yazısı 12.08.2010 tarihinde Radikal Gazetesi'nde yayınlanmıştır.

    Etiketler:
    Yazdır