Arşiv

  • Mayıs 2024 (5)
  • Nisan 2024 (15)
  • Mart 2024 (19)
  • Şubat 2024 (19)
  • Ocak 2024 (18)
  • Aralık 2023 (17)
  • Kasım 2023 (14)
  • Ekim 2023 (15)
  • Eylül 2023 (12)
  • Ağustos 2023 (21)
  • Temmuz 2023 (18)
  • Haziran 2023 (13)

    Yeni bir görev zararı mı?

    Fatih Özatay, Dr.05 Eylül 2010 - Okunma Sayısı: 1335

    Sayın Hasan Ersel'in Referans gazetesinde eylülün ilk günü çıkan önemli yazısı ile başlamak istiyorum. Ersel, hükümetin 1 Eylül 2010'dan itibaren Halk Bankası yoluyla esnafa kullandırılan kredilerin faizini yüzde 13'ten yüzde 10'a düşürme ve bu faiz yükünü krediyi alanla Hazine arasında yarı yarıya bölüştürme kararını çeşitli yönleriyle inceliyor.

    Sayın Ersel yazısının sonunda şu uyarıyı yapıyor: "Bu kredi, 1990'ların terimleriyle 'görev zararı doğuran bir araç', Halk Bankası da 'zarar görevi verilen bir kuruluş'a benziyor. O tarihlerde bu mekanizma bazı insanlara yaramış ama ülkenin ciddi bir krize girmesinde de önemli bir rol oynamıştı." Şimdi 2001 krizi öncesine döneyim.

    2000 başında yürürlüğe giren ekonomik programın iyileştirme çabalarına karşın,  Türkiye ekonomisi büyük sorunlarla boğuşuyordu. Cari işlemler açığı yüksek bir düzeye çıkmış ve milli gelirin yüzde 4,9'una ulaşmıştı. Uygulanmaya başlanan programın maliye politikasına getirmeye çalıştığı disipline karşın, kamu kesimi borçlanma gereği milli gelirin ancak yüzde 12,5'ine inmişti. Üstelik bu rakama 'görev zararları' sonucu devletin kamu bankalarına olan yükümlülükleri dahil değildi. 1999 yılı sonunda enflasyon yüzde 69 düzeyindeydi, 2000
    sonuna gelindiğinde ise yüzde 20'lik kur artışı hedefine karşın ancak yüzde 39'a düşmüştü.
    Faizler de yüksek bir düzeydeydi.
    Bunlar yetmiyormuş gibi bir de bankacılık sektörü hastaydı. Geri dönmeyen kredilerin toplam kredilere oranı 2000 yılı boyunca yüksek bir düzeyde seyretti. 1999 sonunda ve ekim 2000'de yedi banka Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu (TMSF) kontrolü altına alındı. Bu tarihten önce geri dönmeyen kredi oranı tüm bu bankalar için çok düşük düzeylerdeyken, bankalar TMSF kontrolüne geçince gerçek durum ortaya çıktı; sorunlu kredilerin aslında çok daha fazla olduğu kamuoyunca öğrenildi. Bu olgu tek başına tüm bankalardaki düzenleme ve denetimin sağlığının sorgulanmasına yol açtı.

    Kriz öncesinde bankacılık sektöründeki diğer önemli sorun, döviz cinsinden borçların döviz cinsinden alacaklara kıyasla kat ve kat daha fazla olmasıydı. Üçüncü sorun ise bankaların varlıklarının vadesi ile borçlarının vadesi arasındaki farkın giderek açılmasıydı. Özellikle gecelik borçların (repoların) ağırlığı sürekli artıyordu.

    Ancak, bankacılık sektörüne bir bütün olarak bakmak, o dönemdeki sorunların olanca çıplaklığıyla ortaya çıkmasını engeller. Zira kamu bankaları ile özel bankalar arasında ve özel bankaların kendi içlerinde olmak üzere iki önemli ayrışma gerçekleşmişti. Yazının başındaki alıntı çerçevesinde sadece kamu bankalarının durumunu özetleyeyim.

    Kamu bankalarının 'görev zararları' çok yüksek miktarlara ulaşmıştı. Görev zararları, kamu bankalarına devlet tarafından verilen ve tarım kesimi ile küçük ve orta boy işletmeleri düşük faizli kredilerle destekleme görevi sonucunda oluşuyordu. Normal koşullarda bütçe içine alınması gereken bu destekler, kamu bankaları yoluyla bütçe dışına çıkarılıyor, kamu bankalarında oluşan zararlar ise zamanında ödenmiyordu.

    Kamu bankaları, çaresiz, bilançolarının varlık tarafında 'görev zararları karşılığı kamudan alacak' gösteriyorlardı. 1999 yılının sonuna gelindiğinde bu tür alacakların birikimli değeri milli gelirin yüzde 16'sını aşmıştı. Kamu bankalarının bu işlemlerden uğradıkları zararların da büyük katkısıyla öz varlıkları yerlerde sürünüyordu. Kısacası, büyük bir sermaye yetmezliği çekiyorlardı.

    Bu sorunlar ancak kapsamlı bir programla ve zamana yayılarak çözülebilirdi. Oysa en zayıf halka olan bankacılık sektörüne bir türlü neşter vurulamadı o dönemde. Sektördeki sorunlar giderek içinden çıkılmaz bir hal aldı. Arkadan da 2001 krizi patlak verdi. Kriz sonrasının acil işi bankaları kurtarma operasyonuydu. Bu operasyon sonucunda kamu borcunun milli gelire oranının kelimenin tam anlamıyla 'göğe doğru sıçradığını' hatırlatayım.

    Kıssadan hisse şu: Bu tür destekleri piyasa koşulları içinde çalışmaları gereken kamu bankaları yoluyla değil, devlet bütçesinden yapın. Hem şeffaf olur; vergi verenler vergilerinin hangi kesimler lehine kullanıldığını görürler. Hem de bankacılık sektöründe ileride onarılması güç zararlar oluşmaz.

     

    Bu köşe yazısı 05.09.2010 tarihinde Radikal Gazetesi'nde yayınlanmıştır.

    Etiketler:
    Yazdır