Arşiv

  • Mayıs 2024 (11)
  • Nisan 2024 (15)
  • Mart 2024 (19)
  • Şubat 2024 (19)
  • Ocak 2024 (18)
  • Aralık 2023 (17)
  • Kasım 2023 (14)
  • Ekim 2023 (15)
  • Eylül 2023 (12)
  • Ağustos 2023 (21)
  • Temmuz 2023 (18)
  • Haziran 2023 (13)

    Gümüş madalya kazanılmaz, altın kıl payıyla kaçırılır

    Güven Sak, Dr.05 Nisan 2011 - Okunma Sayısı: 1566

     

    2009'da bankacılık krizini hisseden bir gelişmiş ülke gibi daraldık. 2010'da ise gelişmekte olan ülkeler gibi toparlandık.

    Türkiye ekonomisinin parlak 2010 yılı toparlanması daha çok tartışılacak gibi duruyor. İktisadi büyüme sürecine bir spor müsabakası gibi bakıyorsanız, "Hadi bakalım nerelerde birinciyiz?" diye meseleyi değerlendirirsiniz. Seçim döneminde bunun daha da sıkı olması herhalde kaçınılmaz. Sayın Başbakanımız zaten dayanamadı, "OECD ülkeleri arasında birinciyiz" diyerek mevsimi açtı bile. Bugün, müsaadenizle ben, kendi listelerimi bir açıklayayım. Merak edenleri beklerim.

    Türkiye ekonomisi 2010 yılında üretimdeki kayıplarını büyük bir hızla telafi etti. 2010 yılı toparlanmasında dikkatimi çeken ilk husus şudur:

    2009 yılında en hızlı küçülen ilk 10 ülke arasındaydık. 2010 yılında da en hızlı büyüyen ilk 10 ülke arasında yer aldık. Her iki listede de yer alabilen bir başka ülke yok. Bakın bunu bir tek biz yapabildik.

    2009 yılında bankacılık krizinin etkisini hisseden bir gelişmiş ülke gibi daraldık. 2010 yılında ise gelişmekte olan ülkeler gibi toparlandık. İki dünya arasında köprü dedikleri böyle bir şey olsa gerek.

    Yönetilen bir ekonominin her iki listede olabilmesi mümkün müdür? Bir düşünmekte fayda var. Bu büyüme rakamları elbette daha revize edilebilir ama şimdilik vaziyet böyledir. Bu ilk noktadır.

    Üretimdeki kaybın ne kadarı telafi edildi?

    Gelelim ikinci noktaya.. 2010 yılı toparlanmasına 2009 yılı daralması ile birlikte bakmakta fayda vardır. Önemli olan, ülkenin üretimdeki kaybının ne kadarını telafi ettiğini görebilmektir. Küresel iktisadi krizin ortalığı kasıp kavurmaya başladığı 2008 yılının ilk çeyreğinden, 2010 yılının sonuna üretimde kaybedilenin ne kadarının geri kazanıldığına bakarsanız, Türkiye'nin durumu hayli ilginç olmaktadır.

    Türkiye, Avrupa ülkeleri arasında, üretim kayıplarını 2010 yılında telafi etmekte, Polonya'dan sonra ikinci sıradadır. "Hadi Avrupa'da birinci yapamadık ama Ortadoğu'da bu iş garanti" diye umutlanırsanız da boşunadır. Türkiye, bölgesinde kaybettiklerini geri kazanmakta, İsrail'den sonra ikinci olmaktadır. Aklınıza hemen 'Müslümanların çoğunlukta olduğu ülkeler kategorisi' gelebilir. Birincilik için yani. Ama bakın orada da Türkiye, Endonezya'dan sonra ikinci sıradadır. İşe bir spor müsabakası gibi bakarsanız, Türkiye'nin hakkı olsa olsa bir gümüş madalyadır.

    Sporcular için gümüş madalyanın manasını da hafta sonu bir dostum söyledi, en başa yazdım: Gümüş madalya kazanılmaz, altın kıl payıyla kaybedilir.

    İşin niteliği değil niceliği önemli

    Üçüncü nokta ise ikincinin devamıdır. Avrupa'da bizden daha başarılı bir performans sergileyen Polonya ile Müslümanların çoğunlukta olduğu ülkeler kategorisinde olup da bizi geçen Endonezya küresel kriz esnasında hiç küçülmemiş iki ülkedir. Bir daha tekrarlayayım:

    Avrupa'da Polonya ve Endonezya krizde hiç daralma yaşamayan dört ülkenin ikisidir. Her iki ülkenin bir başka özelliği de kriz esnasında krize karşı yoğun politikalar tasarlamış olmalarıdır. Türkiye ise katiyetle böyle davranmamıştır. Buyurun buradan ilginç bir sınav sorusu çıkmaktadır: Hiçbir şey yapmadan zaten ikinci olunuyorsa, birinci olmak için çaba harcamaya gerek var mıdır? Yoksa siz yine de "Gümüş madalya kazanılmaz, altın kıl payıyla kaybedilir" ekolünden misiniz?

    İktisat politikasına bir spor müsabakası mantığı ile bakarsanız, işin niteliği değil, niceliği ön plana çıkar. Buradan bakarsanız sonuç şudur:

    Türkiye, 2008 krizinin, özellikle en başında 'sıfır önlem politikası'yla bir test vakası olmayı hak etmişti. Bakılması gereken işte işin tam da bu yönüdür. Böyle bakarsanız, performansımız hiç de kötü değildir.

     

     

    Bu köşe yazısı 05.04.2011 tarihinde Radikal Gazetesi'nde yayımlanmıştır.

    Etiketler:
    Yazdır