Türkiye’de reform yapmak neden bu kadar zor?
22 Şubat 2016
1980’de Türkiye’de kişi başına gelir 1500 dolar civarındaydı. 2010’da 10 bin dolara ulaştık. Hala aynı yerdeyiz. Neden? 1500 dolardan 10 bin dolara her ne yaparak geldiysek, buradan 25 bin dolara aynı işleri, aynı biçimde yaparak çıkamayız. Nitekim çıkamıyoruz da. Bu ne demek? 10 bin dolardan 25 bin dolara çıkabilmek için Türkiye’nin reform yapması lazım. İş yapma biçimimizi radikal bir biçimde elden geçirmemiz lazım. Her sektörde aynı anda verimlilik artışlarına yol açacak bir teknolojik yenilenmenin kapısını aralamamız lazım. Eğitim sistemimizi, vergi sistemimizi ve de adalet sistemimizi gözden geçirmemiz lazım. Dün 1500 dolardan 10 bin dolara işgücünü ucuzlatarak geldik. Şimdi adaleti ucuzlatmamız, eğitimi ucuzlatmamız, yolsuzluk yapmayı pahalılaştırmamız lazım. Bütün bunları biliyoruz.
[Devamı]
Türkiye sosyal uyum endeksinde 155 ülke arasında 120’nci.
19 Şubat 2016
Türkiye OECD’nin sosyal uyum (social cohesion) endeksinde 155 ülke arasında 120’nci sırada yer alıyor. Bu endeksle ülkelerin barındırdığı farklı sosyal kimlikler arası uzlaşı, farklı kimliklerin topluma dahli, toplumsal kutuplaşma gibi veriler ölçülüyor. Sıralama, Türkiye’nin sosyal sermayesinin hayli zayıf olduğunu gösteriyor. Türkiye bölünmüş bir toplum. Diyeceksiniz ki, biliyoruz. Ama ben bugün bu eksikliğin, Türkiye’nin başına dünden daha fazla dert olacağını düşünüyorum. Neden?
[Devamı]
Venezuela’yı gördükten sonra, şikayetimi geri alıyorum
18 Şubat 2016
Geçenlerde OECD’nin Governance At A Glance 2015 (Bir Bakışta Devlet 2015) raporuna bakmıştım. Metinde “Türkiye” kelimesinin geçtiği yerleri aratmaya başladığınızda, karşınıza hep “bu konuda Türkiye’ye ait veri bulunamamıştır” çıkıyordu. Benim de moralim bozulmuştu ve “Nedir bu Türkiye’nin kamudan çektiği” demiştim. Şimdi, Venezuela’yı görünce halimize şükretmemiz gerektiğine karar verdim ve şikayetimi geri alıyorum
[Devamı]
Dördüncü sanayi devrimini kaçırmamak lazım, derim ben
16 Şubat 2016
Torunlarımız, bizim bilmediğimiz, hatta tahayyül edemediğimiz mesleklerin erbabı olacaklar. Ben çocukken Bursa’da mahalle aralarında dolaşan hallaçlar vardı. Yatak teknolojisi o zamanlar böyle değildi. Bir torbanın içine doldurulmuş pamuğun üzerinde yatılırdı. Her yıl bahar temizliğinde, o pamuk dışarı çıkarılıp yıkanırdı. Yıkanan pamuk birbirine yapışır ve iyice katılaşırdı. Bu nedenle, pamuğu atmak, birbirine dolaşan lifleri ayırmak gerekirdi. Yatak, böylece ilk günkü gibi yumuşak olurdu yeniden. Sonra yatak teknolojisi değişti. Hallaçlar yok oldu. Bugün bildiğimiz mesleklerin önemli bir bölümü de önümüzdeki 20 yılda ortadan kalkacak.
[Devamı]
Milli araba geyiğini bırakın, dijital devrime odaklanın
15 Şubat 2016
Buhar gemisinin Endonezya’ya gelmesi için tam 160 yıl gerekmiş. Elektriğin Kenya’ya gelmesi tam 60 yıl sürmüş. Bilgisayarların Vietnam’a gelişine 15 yıl yetmiş. Cep telefonları ve İnternetin dünyaya yayılması ise birkaç yılda olmuş. Dijital devrim bir anda dünyanın her tarafını sarmış. Rakamlar öyle söylüyor. Bütün bu malumat, Dünya Bankası’nın 2016 yılına ait Dünya Kalkınma Raporu’ndan. Raporun adı “Dijital Temettü.”
[Devamı]
Bankalar batmıyor, getiriler zaten artarken yatırımcı, CoCo’nun riskini çok buluyor
12 Şubat 2016
“Paran mı var derdin var” dedikleri böyle bir şey olsa gerek. Paran mı var, Amerika’nın krize girmesi bir dert. Hop bir parasal genişleme, faiz oranları yerlerde sürünüyor. Getiriler düşüyor. Siz paranızı değerlendirecek bir yol arıyorsunuz. Mesela daha 2012 yılında etrafı sarmaya başlayan CoCo’lardan alıyorsunuz. CoCo (Contingent Convertible Bond ya da Debt), “şarta bağlı olarak hisse senedi ile değiştirilebilir tahvil” demek. Faiz ödemesi gayet iyi. Başkaları yüzde 1 öderken burada dolara yüzde 7 veriyorlar. Ne oluyor? Faiz yerlerde sürününce öyle kimse, gidip katma değeri yüksek, yüksek teknolojili ürün üretmeye başlamıyor. CoCo alıp bankaları finanse ediyorlar. CoCo, bir nevi sermaye sayılıyor. Herkes zaten bankaları sermayelendirmeye çalışıyor. Getiri çokken riskler az gibi geliyor ya
[Devamı]
Türkiye’de değişim yapmak neden bu kadar zor?
11 Şubat 2016
Bu aralar Ömer Dinçer’in kitabını okuyorum. Size de tavsiye ederim. Daha geçenlerde, “Nedir bu Türkiye’nin kamudan çektiği?” diye sormuştum. Türkiye’nin büyük hayalleri var ama bu hayalleri gerçekleştirebilecek kapasitesi yok demiştim. Bilmem hatırladınız mı? Ben, Türkiye’nin temel probleminin devletin hantallığı olduğunu düşünüyorum. Hantallığı burada beceriksizlik manasında kullanıyorum. Bu, bir nevi kapasite problemi aslında. Burada öyle kutsal, büyük harfle yazılan bir devlet fikrinden filan bahsetmiyorum. Devletten, millete hizmet götürmesi gereken bir aygıt olarak bahsediyorum. Türkiye, bana sorarsanız, ne çekiyorsa kamu idaresi reformunu 2000’lerin başında becerememiş olmasından çekiyor. Avrupa Birliği adaylık sürecini bir kamu idaresi reformu sürecine çevirememesinden çekiyor. İşte
[Devamı]
Türkiye, turizm adı altında hep inşaatı destekliyor
08 Şubat 2016
Türkiye’nin bir turizm stratejisi yoktur. Türkiye, turizm adı altında yalnızca inşaatı destekler. Şimdi diyeceksiniz ki Türkiye’de her şeyin stratejisi var da bir tek turizm stratejisi eksikliği mi dikkatini çekti? Değil elbette. Bizim buralarda önceden düşünme, olasılıkları değerlendirme, hadise olmadan bir tedbir setini hazırlama konusunda hep ciddi bir eksiklik olmuştur. Hatta kötü olasılıkları önceden düşünmek, senaryo analizi filan yapmak pek tehlikelidir. Yarın öbür gün, bir gazetenin manşetinde kendinizi “meğer bunu da yapacaklarmış, oturup bir de konuşmuşlar” diye bulabilirsiniz. Hatta hakkınızda dava bile açılabilir. Neme lazım, tehlikeli işler bunlar.
[Devamı]
Gazze’de artık daha fazla Türk malı var
05 Şubat 2016
Yaklaşık 10 yıllık bir aradan sonra bu aralar yeniden Gazze’ye girip çıkmaya başladım. İlk kez bundan yaklaşık 5 ay önce bir girip çıkmıştım. Bir de bu hafta oradaydım. Bugün müsaadenizle oradaki gözlemlerimi anlatayım. Ama önce dikkatimi çeken bir hadiseyle başlayayım.
[Devamı]
2007’den 2014’e Türkiye’de yargıya olan güven nasıl eridi?
04 Şubat 2016
2010, Anayasa değişikliği referandumu zamanıydı. Referandum daha yeni sona ermişti. Hatırlayın, o aralar etrafta yoğun bir “yetmez ama evet” tartışması vardı. Referandumun ana konusu Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu (HSYK)’nun yapılanmasıydı. Türkiye, yargı reformu yapıyordu. O günlerin kampanya sloganı, güçlünün değil haklının yanında olan bir yargı arayışıydı. İşte o günlerde, bana, “Referandumla birlikte hiç değilse yargı bağımsızlığı konusunda bir adım atıldığını, bu yargı reformuna nasıl bakmak gerektiği” sorulmuştu.
[Devamı]